Tuesday 18 December 2012

'Beterin beteri'nin canı can değil mi!..


“Öyle deme beterin beteri var.”
Dünyanın herhangi bir yerinde, 
karşısındakini teselli etmeye çalışan
 'güzel insan' kategorisine koyacağımız 
kişilerin sarfettiği moral cümlesi. 
İlk olarak bir Türk'ün kullandığından şüpheleniliyor.


Bazen içiniz sıkılır, sebebini bilmediğiniz bir şey oturur içinize. Nefesiniz daralır. O an cigerlerinizi tamamen doldururcasına derin bir nefes alırsınız ama yetmez.
Pencereye yönelirsiniz, pencereyi açarsınız. Kış mevsimiyse soğuk yüzünüze çarpar. Tekrar nefes çekersiniz ama soğuk ya, doyamazsınız. Yine yetmez. Nefesiniz kesilir. (Burada bir nostalji notu, eskiden pencereyi açınca bir de kömür kokusu alırdınız kışın, şimdi doğalgaz yüzünden o da yok. Çevre dostuyumdur ama koku hafızası iyi bir şey, elimizden gitmeseydi, kömürün doğaya zarar vermeyecek şekilde yakılmasını bulurdu bu bilim insanları).
Bir süre sonra olmayacağını anlayıp üşüdüğünüzle kalarak geçersiniz içeriye. Bu kez vakit geçmez. Teoride 60 saniye süren 1 dakika, pratikte uzun zaman alır. Aslında aceleniz olmaması gerekir ama o ruh halinden zamanla kurtulacağınızı düşündüğünüz için zamanın hızlı geçmesine ihtiyacınız vardır. Geçmez ama işte. Öyle de pis bir şeydir Murphy kanunları, hiç sektirmez, tıkır tıkır işler.
Bu o kadar kötüdür ki, sıkıntınızın ne olduğunu -çözümü olmasa bile- bilseniz sanki içiniz rahatlayacaktır. “Neyim var benim” der durursunuz. “Derdim ne acaba, içimi sıkan, nefesimi daraltan şey nedir?” Ah bir bilseniz cevabını, birine açılıp derdinizi anlatacaksınızdır. Açıldığınız kişi de “Boşver takma kafana hem beterin beteri var” diyecektir, sizi rahatlatmak adına.
Ama bu cümleyi duymak için sunacağınız 'dert' yok ortada. Niye bulamıyorsunuz peki derdinizi? Umduğunuzdan çok derdiniz var diye olabilir mi? Belki de sandığından çok şey sizi sıkıntıya sokma potansiyeli taşıyordur.
Açmak lazım bunu.

İşte gidiyorum, bir şey demeden
Öyle ya da böyle bu hayata isteğiniz doğrultusunda gelmiyorsunuz. Çevrenizi seçerek de bu yola çıkmıyorsunuz. Belli bir yaşa geldikten sonra yolunuzu çizmeye başlıyorsunuz. Aldığınız eğitim, bulunduğunuz çevre, iç dünyanız kararlarınızı etkiliyor. Bütün bunlar yaşanırken de tek başınıza değilsiniz elbette. Hayat yolunu beraber yürüdüğünüz, uğruna zamanı geldiğinde endişe duyduğunuz, kimi zaman da onların sizin için endişe duyduğu kişiler var. Aileniz, akrabalarınız, eşiniz, dostunuz, sevgiliniz, tanıdıklarınız, vs...
Bu kişilerle ne kadar içli dışlı olduğunuza bağlı olarak sizin de yaşadığınız hayat sayısı kadar artıyor.

Her şeyi bilmek zorunda mıyız?
Misal sevgiliniz varsa, onun ailesi, arkadaşları, huyu-suyu, zevkleri-renkleri hayatınıza girip, kafanızın bir köşesine yerleşiyor. O konulara dair de düşünmelisiniz artık. Ailesine dair anlattığı şeyleri dinlerken, o konu açılınca önceki konuşmaları hatırlatıcı sözler sarfetmenin yanı sıra siz de kendi hayatınıza dair detayları ona sunmalısınız mesela. Bu arkadaşlarınız ya da hayatınıza giren başka kişiler için de geçerli.
Aileniz ise 'zorunlu arkadaşınız'. İsteyip istemediğinize bağlı olmaksızın hayatlarının bütün detayları sizin kafanızda. Bilmek zorundasınız ve en önemlisi o konularda yaşanan sıkıntılarda bir şeyler yapmanız gerekiyor. Ne kadar çok kişi olursa, bilmeniz gereken, dinlemeniz gereken, uygulamanız gereken, üzülmeniz-sevinmeniz gereken şeyin sayısı artıyor.
Gereken” diyorum çünkü bu bir seçim değil, zorunluluk! Bu hayata başlarken borçlu çıkıyorsunuz yola. Sizi bu dünyaya getirenlere karşı sorumluluklarınız var elbette. E size karşılıksız bir sevgi sunuyorlar, sevmemenize de razılar ama sevseniz ne olur? (Soru değil yakarış...)
İşte bu sizin hayatınızda hali hazırda varolan ve sonradan hayatınıza dahil olan topluluk, sizin içli dışlı oluş şeklinize göre hayatınızı etkiliyor.


Benim dengemi bozmayınız! 
Endişeden bahsetmiştik oradan yürüyelim. Burada tarihe de not düşüyorsam bir anlamda kendime dair konuşabilirim. Son zamanlarda yazının başında bahsettiğim ruh halini yaşıyorum. Var bir sıkıntı ama nedir bilemiyorum. Mesela yakın dönemde üzüldüğüm, endişelendiğim şeylere bakıyorum. Kızkardeşim, annem, babam, iki yeğenim, bir kısım akrabam, bir kısım arkadaşım ve kendim olmak üzere pekçok konuda endişe duymuşum. Öncelik sıraları o dertlere alışmam ya da önemini yitirmesine bağlı olarak değişmiş. Ama hepsi bir şekilde beni meşgul edip, mutsuzlaştırmış. Sonuca baktığımda ise neredeyse hiçbirinin çözülmediğini görüyorum. Elimde tek bir avuntu kalıyor bu noktada işte: Beterin beteri vardır...

Zalım insanoğlu
Galiba bana insanoğlunun en kötü özelliklerinden biri olan 'başkasının kötülüğünden memnuniyet duyma hali'nin doğal sonucu olan “Beterin beteri vardır” cümlesini kuracak 'ademoğlu'na ihtiyacım var. İnanmasam da birinin bana bunu söylemesi gerekiyor. Yoksa bu nefes darlığı bitmeyecek... 
Aslında 'beterin beteri vardır' insanlarına da eğilmek lazım. Düşünsenize her halükarda bir 'beterin beteri var' durumu ortaya çıkabiliyor. İnsan kendi dertlerini başkasınınkiyle kıyaslıyor ve kıyasladığının daha kötü olduğunu anlayınca rahatlıyor. Çünkü 'en beterin' kendisi olmadığını anlıyor.
Peki ya 'beterin beteri' olduğuna karar verilen, yani 'en beteri' ne yapsın? Ya da ona bir şey olursa biz ne yapacağız? Kiminle avunacağız? 


Sezen Aksu-On ay. Müteveffa Onno Tunç'un bir bestesi. 
Her gün daha fazla hayran oluyorum Tunç'a. 

Üstteki karalama, 10 Aralık'ta yazdığım yazının ruh halinin devamı biraz da. Etrafımdaki dertliler azalırsa galiba ben o zaman rahatlayacağım. Ama bunun için de zaman gerek. 
O da uzun yıllar sürecek gibi. Beklemekten başka çarem olmadığını söylüyorlar, 
ben de söz dinliyorum...

Friday 7 December 2012

Erişemediğim ciğere 'hayranlık' duyarken...

"I call architecture frozen music." 
Johann Wolfgang Von Goethe


Gece bir başka güzel görünüyor Braga Stadı. Mimarı Eduardo Souta de Moura. Hakkında bilgi için buyrunuz.

Yaptığım mesleği sevsem de içimdeki uktedir mimarlık mesleğine o ya da bu nedenle erişememiş olmak. Bu saatten sonra -aslında saati yok böyle şeylerin ama artık bir yola girdim gibi- mimarlık için sıfırdan eğitim almam biraz zor. Onun yerine ben hobi ve hayranlık olarak bu alanla ilgilenip kendimce eksiğimi kapatmaya çalışıyorum. İnsanların yaratıcılıklarının en somut şekilde sunulduğu alanlardan biri olduğunu düşünüyorum bu mesleğin. Diğeri de elbette müzisyenlik ve yazarlık.
Müzisyenliğe olan hayranlığımı her anımda dinlediğim müzikle zaten kendi kendime gösteriyorum. Bazen de twitter üzerinden şarkı paylaşarak beğenilerimi aktarıyorum, olur da seven çıkar diye...
Mimarlık ise bambaşka bir şey. Asla erişemeyeceğim ama hayranlığımın hiç azalmayacağı bir alan. Çünkü başaramayacağımı düşündüğüm bir şey, o yüzden bu işin ustalarına haset bile duyamıyorum. Ağzım bir karış açık şekilde eserlerini inceliyorum onların...
Bu konuda internetin nimetlerinden sürekli faydalanıyorum. Saatler boyunca incelediğim Gaudi'nin eserlerini günün birinde kanlı canlı görürsem, turistlere gezdirebilecek kadar bilgi sahibi olduğumu düşünüyorum. İşin abartısı elbette ama birçoğunun ufak hikayelerine dair kulağıma çalınan şeyler oldu internet vasıtasıyla. Zaten 'La Sagrada Familia'yı eğer görme fırsatım olursa, Gaudi gibi onu incelerken tramvay altında kalırım diye korkmuyor da değilim hani...

İnceleme inceleme üstüne
Günlerimi ayırıp sadece dünya çapındaki eski binaları, haftalarımı ayırıp 'Tarihi Yarımada' ve Beyoğlu'ndaki binaların cephelerini incelediğimi biliyorum. Bunlar benim halihazırda zaten vakit buldukça daha yaptığım şeyler. Ama gazetecilik mesleğinin bana en büyük getirisi olarak bazen işte dünyanın kimi yerlerini gezme fırsatına erişiyorum. Nereye gideceksem ilk olarak önemli yapıları ve tarihi yerlerini araştırıp öğreniyorum. Kiminin zaten görülmesi gereken binalarını önceden bilmiş oluyorum ilgimden ötürü.
Bunun son örneği Braga oldu. Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'nde ikinci tura yükseldiği maçı yerinde izledim. Ama Allah biliyor sizden de saklamayacağım, Braga'ya gideceğimi öğrendiğimde Şampiyonlar Ligi maçı izleyecek olmak aklıma bile gelmedi. Kafamdaki tek düşünce 'o stat'ı görmekti. Ne yapayım varlığından haberdar olduğumdan beri öyle bir amacım vardı.

İlk bakış heyecanı
Kanlı canlı gördüğümdeki heyecanımı anlatamam. Mimariye duyulan hayranlık herhangi bir şekilde anlatılacak cinsten değil. O yüzden “Amma saçmaladın, alt tarafı dağ başında bir stat” söyleminde bulunacak olanlara bir cevabım yok. Zaten stada gelen pekçok muhabir de stada buna benzer 'övgü'lerde bulundu. Akıllarında da müsabaka vardı, heyecanını yaşıyorlardı. 
Onları bir kenara bırakayım, deli gömleğimi üzerime giyeyim ve stadı anlatayım size.
Braga Belediye Stadı 2003 yılında yapımı tamamlanan ve dağın eteğine konuşlanmış bir futbol sahası. Mimarı Portekizli Eduardo Souto De Moura. Bu abimiz mimarlığın en prestijli ödülü olan ve 1979'dan beri her yıl verilen Pritzker mimarlık ödülünün 2011 yılındaki sahibi oldu.
Stat şehir merkezine yaklaşık 2 kilometre uzaklıkta. Ancak arabayla gittiğimiz ve otobanı geçtiğimiz için yaya yolu parkurunu keşfedemedim. Ama Carlos Carvalhal'in söylediğine göre şehir merkezinden 15-20 dakikalık bir yürüyüşle stada varılıyormuş.



Karşıda görünen tribünün hemen yanındaki 'L' şeklindeki betonarme yapı, olası çökmeye karşı emniyet için mi yoksa stat inşa edilirken destek için mi yapılmış bilemiyorum. Tribünün çatısının izdüşümüne denk geliyor ucu...  

Üç tarafı dağla çevrili stat
Stadyumun üç tarafı dağ ve kayanın içerisinde yer alıyor. Sadece bir tarafı açık. İki kale arkasında tribün yok. Maraton tribünü dediğimiz sahayı boylamasına kateden tribünler mevcut sadece. Kapasite yaklaşık 30 küsur bin. Bu iki maraton tribünü birbirine çatılarından halatlarla bağlı. Tabii bu sadece çatı için geçerli zannedersem. Tam olarak mühendislik açısından önemini anlatacak teknik bilgim yok. O konuyu en iyisi tarihçilere ve mühendislere bırakalım!
Dağa sırtını yaslamayan tribünden stada girecekseniz 'düz ayak' olarak zeminden giriş yapıyorsunuz. Bildiğimiz İstanbul'da, İzmir'de, Ankara'da, Yozgat'ta vs.'deki statlar gibi. Ama sırtını dağa yaslayan tribün inanılmaz!
Öncelikle bu tribüne varabilmek için yaklaşık 600-700 metrelik bir yolu patika olarak çıkıyorsunuz. Tabii eğer arabanız yoksa. Arabalıysanız otopark hemen girişin yanında.
Yaya olarak çıktığınız bu yol asfaltı olan bir orman yolu. Ağaçların arasından loş ışıklar içerisinde yürüyorsunuz. Eğim yüzünden biraz yoruluyorsunuz elbette. Aceleniz varsa tıknefes olabilirsiniz dikkat.


Stadın bir tribününe çatısından giriş yapıyorsunuz.

Beleştepe atmosferi
Ve yol bitince görünen manzara: Sanki İstanbul'a Beyazıt Kulesi'nden bakar gibisiniz! Braga Belediye Stadı ayağınızın altında. Böyle bir şey daha önce görmemiştim. Tahayyül etmeniz açısından İnönü Stadı'na Beleştepe'den girdiğinizi düşünün diyerek betimleme yapabilirim. Stada neredeyse çatısından adım atıyorsunuz. En üst sıradan aşağıya doğru. İnsanın aklı almıyor, müthiş.
Zaten tribündeki yerinizi aldıktan sonra da detayları incelemeye çalışıp insanoğlunun kafasını çalıştırdığında ne kadar iyi şeyler yapabildiğine dair hayretinizin farkına varıyorsunuz.

Arzın merkezine yolculuk
Maç bitince basın mensuplarının gittiği basın toplantı odası yerin 3-4 kat altında. Yavaş yavaş merdivenleri iniyorsunuz. Asansörler de mevcut ama maç çıkışı kuyruk var. Bu esnada stadı boşaltmak isteyen insanlar da merdivenleri tırmanıyor. Tersine göç var bu tribünde!
Basamakları inerken boşluklar dikkatinizi çekiyor. Stat sırtını dağa verdiği için mimar ve mühendisler şovlarını yapmışlar. Dağın heybeti sizi karşılıyor. Kazıklar çakılarak sabitlenen kayalar tepenizden bakıyor. Ürkmüyorsunuz çünkü hülyalara dalmışsınız. Büyük bir sanatla karşı karşıya olduğunuzu görüyorsunuz.


Görüntüye sadece hayranlık duyabiliyorsunuz. 

Sonra İstanbul'a geliyorsunuz Haliç'e kondurulan köprüye bakıyorsunuz. İspanyol dahi mimar Santiago Calatrava'ya zamanında çizdirilmek istenen ancak istediği fiyat pahalı bulununca yerli mimarlara yaptırılan, hafif tabirle 'çirkin' köprüye bakıyorsunuz ve “Kaç fırın gerek o kalibreye ulaşmamıza” sorusuyla uykuya dalıyorsunuz.  

Wednesday 28 November 2012

Gizli kapaklı bir şeyler mi arar, 'akıllı telefon'a dalan gözlerin? *




“Yine yakmış yâr mektubun ucunu,
 'Askerlikte sevda çekmek zor' diyor.

Yükleyip postanın bana suçunu, 
'Hatırımı teller ile sor' diyor.”


Uzakları yakın eden teknoloji, görünmeyeni görünür, duyulmayanı duyulur yapıyor, güzel... Ancak bu kadar teknolojinin nimetlerinden faydalanırken insanoğlunun zekası sadece iyilik adına çalışmıyor. Bu konudaki en önemli aktör ise artık bir an olsun yanımızdan ayırmadığımız 'akıllı telefonlar'. “Cebimizde bir dünya taşıyormuşuz meğer” diyerek yeni aydınlanma yaşayan kişi boyutuna indirgemek istemem söyleyeceklerimi ama şunu belirtmeden geçmeyi de zul sayarım doğrusu: Bu telefonların aklı hep 'kötüye' çalışıyor ya da 'kötüye çağrı' yapıyor. Oyuncakçı dükkanındaki çocuk misali gördüğünüz her şeyi almak isteği uyandırıyorlar sizde.

Kabalmysteriet
Hep görünenin ardındakini merak ederek biraz daha fazlasının peşinde koşturuyorsunuz. Aslında Jostein Gaarder 'İskambil Kağıtlarının Esrarı' kitabında (Kabalmysteriet) kazananı açıklar: “Sadece joker görünenin ardındakini görür.” Herkes joker olmaya hevesliymiş anlaşılan. Ama zor bir şeydir o. Bir anlamda 'gazoz ağacı' da diyebiliriz...
'Görünenin ardını görme' merakını gideren teknoloji sonsuz nimetler sundu. Misal önceleri 'ICQ' adında bir mesajlaşma programı vardı, daha sonra yerini MSN Messenger'a bıraktı, şimdi o da başkasına bırakmıştır herhalde, adını duymaz olduk çünkü. İkisinde de 'invisible' yani görünmezlik özelliği bulunuyordu. Buna göre, siz görünmez olup program açık şekilde rahatsız edilmeden işinize devam edebiliyordunuz. Kimse sizi göremiyor ancak siz -isterseniz- o an 'görünür olanı' görebiliyordunuz. Bunun asıl kullanım nedeni farklı olsa da ikili ilişkilere 'sevgilim / karım / kocam / sevdiğim kız / hoşlandığım adam ne yapıyor, dur bakalım' şeklinde tezahür ediyordu. Bir süre sonra da anlaşıldı ki aslında herkes 'görünmez' durumda ama aynı şekilde niyeti görünmemek değil başkasını görürken görünmemek!

Futbolda da var böylesi...
Bu biraz futboldaki şikeyi anımsatıyor. “Hadi ordan” demeyin dinleyin. Uzakdoğu'daki futbol liglerinin şike yapma oranını inceleyen ekipler bir süre sonla Çin liginde tüm takımların hesaplarında bir 'gider kalemi'ne denk geliyorlar. İstisnasız şekilde her takım bir yerlere para göndermiş. Bunun araştırması yapıldıktan sonra gerçek de ortaya çıkıyor. Bu paralar 'şike ve teşvik' için gönderiliyor. Nedeni ise çok basit: “Ya diğer takımlar da para göndermişlerse?”
Görünmezlik zırhını teknolojiyle eline geçiren insanoğlu bu iktidarının getirisi olarak eşine dostuna hükmetmeye başlıyor. Mesela deyim yerindeyse görünür haldeyken bir kişinin yatakodasına uyurken giremeyeceğini bilen kişi görünmez olduğunda ilk yatakodasına giriyor! 'Kişi kendinden bilir işi' ya da 'paranoyaklık' diyebilir miyiz bu duruma acaba?

Whatsapp! 'Ne ayak'sın koçum?
Bu tarzın son temsilcilerinden birisi olan whatsapp konusuna geleyim ben. Önce bütün bunlara neden değindiğimi de açıklamam gerekir ki 'Nerden çıktı whatsapp şimdi' sorularını yanıtlamış olayım. Son dönemde hangi arkadaş grubuyla biraraya gelsem -çok arkadaşım var benim (!)- konu bir yerde 'kişi hak ve özgürlükleri'ne geliyor. Bunun temel ihlalcisi olarak da whatsapp'taki 'last seen' etiketi ortaya atılıyor. Fikir beyan edenler de deyim yerindeyse çemkiriyorlar bu özelliğe. Son olarak da buradan çıkan bir kavganın evlilik yolunda ilerleyen tanıdığım bir çiftin ayrılmasına yol açtığını öğrendim ve bardağın taştığını anladım. Ve siz değerli okuyucularımı bu konudaki ahkamımdan yoksun bırakmamın, toplumsal huzurun eksik kalmasına neden olacağını düşünerek yazmaya karar verdim.

Özgürlük
'Last seen on xx:xx' şeklinde bir ifadeyi her kullanıcısı için not tutan whatsapp uyuglamasının bu özelliğini kaldırmanın yolunu önceki gün 'test amaçlı' olarat twitter üzerinden paylaştım. Görünmezlik zırhını sırtına geçirebilecekti söylediklerimi yapanlar. Yalan yoktu zaten, o öyle kalkıyordu -burada bir not, ilk açıklayan ben değilim, aylardır açık olan bir özellik o, yeni görenler olabilir-. Bunu uygulayanlar oldu . Ama açıklamasını geç yaptığım bir şey vardı: Görünmez olmayı sağlıyorsunuz ama görünmez olduğunuz gibi göremiyorsunuz da... Yani görünmez olmanız size özgürce başkasını gözetleme hakkını vermiyordu.

Masum değiliz hiçbirimiz
Bunun üzerine tepkiler geldi. “Neden görünmez olduğumuzda başkasını göremediğimizi söylemiyorsun” minvalinde söylemleri samimiyetim olan kişiler küfür boyutunda dile getirdiler.
Sosyolojik çıkarımlar yapacak birikimim / bilgim yok. Ancak insanların sandığımız kadar iyi / kötü olmadıkları da ortada. İktidar insanı kötü yapıyor bir yerde. Bu fırsatı 'iktidar' sahibine vermeyen whatsapp mühendislerine bir teşekkür de etmeliyiz bence. Böyle bir düzende 'eşitlik' hissini verip kişinin hak ve özgürlüklerini korudukları için.
Zaten bu programdaki 'last seen' özelliği hasebiyle çıkan tartışmalar ve arızaları da anlamış değilim. Bu kadar kontrolcü bir yapının uzun süre yaşaması zaten mümkün değil. 'Akıllı telefonlar'ın aklına uyan insanların huzursuz ve şüpheci bir şekilde hayatlarını sürdürdüklerini söylemekte ise bir beis görmüyorum. Burada bu satırların yazarı olarak kendimi bu hareketleri yapmayan birisi olarak gösterirsem kandırmış olurum sizleri. Dostlarım, inanın benim de hatalarım oluyor. Mükemmel değilim, gerçekten! (Buraya gülücük gelecek).

Münir Nurettin vs. Demet Akalın
Bir arkadaşım cep telefonu kullanmayan ve farklı şehirlerde yaşayan bir evli çiftten bahsetmişti de bu çağda nasıl olur diye düşünmüştüm. Ama eski etkileşimin yanında bugünün oburluğu hakikatten çok sevimsiz. Nerede 'yine yakmış yar mektubun ucunu'daki tavır, nerede 'meşgulsn sanırm bn yatıyrm ii eglncelr sana' tavrı... Münir Nurettin Selçuk'tan, Demet Akalın'a geçiş de diyebiliriz pekala... 
Ezcümle, insanların özel hayatlarına müdahale hakkı hiçbir koşulda yapabileceğimiz bir şey değil. Bu kişi, hayatta 'sizin' olabilecek en önemli varlık olan çocuğunuz olsa bile. 
İyiden iyiye Bridget Jones'un günlüğü tadını yakaladığım bu yazıyı 'akıllı telefonlar'ın aklına uymayın, "Huzur 3310'da" diyerek nihayetlendireyim. 
Cake-Never There de günün şarkısı olsun.
* Başlıktaki şarkı da bu.

Monday 12 November 2012

Bu ülkede 'grev' vardır...


Geçen hafta içerisinde çalıştığım iş yerinde ufak çapta tartışmalar peşi sıra birbirini izlerken yanımdaki kişi "Neler oluyor" şeklinde soru sorduğunda "Hiç birimiz burada mutlu değiliz" cevabını vermiştim ona. Kastettiğim çalışma ortamımızdı ama bunu ülke sathına yaymamız da mümkün.
Herhangi bir İzlandalının ömrü boyunca göremeyeceği gerginliği, aksiyonu biz bir saat içerisinde yaşıyoruz. Her günümüz bir öncekini aratır oldu...
Bunlar bilinen şeyler ve kanıksadık zaten. Artık bize ters gelen bir şey yok, hiçbir şeye şaşırmıyoruz ve ilgimiz de yok. Eskiden bazı haberler için oturur düşünürdük, şimdi o habere bakmayabiliyoruz bile. Yine her alanda kullanılabilecek bir alıntıyı dillendireyim burada. Duayen görsel tasarımcı Bülent Erkmen'in tasarım için kullandığı bir söz vardır: Çok bağıran tasarım bir süre sonra duyulmaz olur.
Gündem yoğunluğu bizi de kayıtsız hale getirdi sonunda. Suni tepkilerle twitter, facebook, blog üzerinden iki kelime edip işimize geri dönüyoruz.
Ama insanlar da ölüyor bir yandan. Yönetimden memnun olmayan kişiler seslerini duyurmak için ölüme yürüyorlar. Fakat yönetim de 'fazla tepki' nedeniyle artık duymaz olmuş. Hangi biriyle uğraşsınlar ki! Aldıkları her kararla ülkede 'kuru kalabalık' olan bizleri yok sayıyorlar. Hiçbir şey bize sorulmuyor. Evin salonunu değiştirir gibi şehrin en önemli meydanını değiştiriyorlar. Bir sabah uyandığımızda yeni salonla karşı karşıya kalır gibi yeni meydanlarımızı görüyoruz...
Ölmek üzere olan insanlara ise değinmiyorlar bile. Açlık grevi yapanlar günden güne 'ebedi istirahatgahlarına' doğru yol alırken onların yolunu kesecek adımlar atılmıyor.
İdam cezası olmayan bir ülkede herhangi bir suç nedeniyle bir insanın hayatından olmasını kabul edebilir miyiz? Bu soruya cevabımız hayır ise bizi yönetenlerin adım atmasını beklemek hakkımız. Ama maalesef yöneticiler 'İdam cezası geri gelmeli' minvalinde sözler sarfediyorlar. Kötü günler yakında galiba...



Televizyon tarihinin en sıradışı yapımlarından biri olan ve altmetninde verdiği mesajlarla 'ufuk açan' South Park isimli çizgi filmden bir sahne aktarayım (South Park'ın altmetin zenginliğine bir örnek vereyim. Böyle zengin gönderme içeren film çekemiyoruz, bırakın diziyi). Hatırlarsınız 'milenyum' yaklaşırken, o tarihte kıyametin kopacağını düşünen bir intihar tarikatı vardı. Ve onlar toplu halde 'kıyameti yaşamadan önce intihar etmeyi' planlıyorlardı (Bölümü bulunca ekleyeceğim). Bir evde yüz kişi kadar toplanan bu tarikat South Park'ın bir bölümüne konu olmuştu. Evde toplanan kitlenin etrafını polis sarmıştı. ABD polisi dışarıdan yaptığı anonsta şu ifadeyi kullanıyordu: "Hiçbirinizin intihar etmesine izin vermeyeceğiz, hepinizi öldürmemiz gerekse bile!"




Bu sahne diziyi izlerken eğlenceli ancak gerçek hayatta acıtıyor. Buradan 'Bu ülkede grev vardır' diye tanımlayacağımız 'Cennet Vatan'a getireyim sözü. Galiba bizim siyasetçiler bu bölümdeki polis rolüne soyunuyorlar: Hiçbirinizin açlık grevi yaparak ölmesine izin vermeyeceğiz, hepinizi 'hayata dönüş'le öldürmemiz gerekse bile...

Thursday 11 October 2012

Tutkularını değiştiremezsin...



Burak Kuru / İstanbul

1 Ekim 2012 günü saat 17.56'da biten 8 senelik beraberliğin 'neden nihayete erdiğini' bilmek bütün futbolseverlerin hakkıydı. Kamuyu aydınlatma adına ilk adımı atan Aziz Yıldırım'ın havalimanındaki konuşması 'gergin açıklamalar' silsilesine işaret etse de, bugün Alex De Souza, mizacına uygun olarak davrandı ve belirli bir akış içerisinde 'derdini anlatmayı' seçti.

Malum, böyle 'büyük' ayrılıklarda genellikle taraflar birbirlerine 'kanıtlanamayacak' suçlamalarda bulunur, deyim yerindeyse 'yatak odası sırları' ifşa edilir ve tartışmanın seviyesi giderek iki tarafı da utandıracak noktaya gelir.

Neyse ki bugün o olmadı. Alex 'şikâyet' eden olmak yerine “İşte yaşananlar” diyerek her açıdan süreci anlattı. 'Ben, Aziz Yıldırım, Ali Yıldırım, Aykut Kocaman ve basın' olarak adlandırdığı '5 ayak'ın kusurlarını dile getirdi. Kararı da dinleyenlere bıraktı.
Öyle değil Başkan...

Toplantı öncesinde her geçen gün 'gündem paratoneri' unvanının hakkını veren Fenerbahçe'de bir ayrılık daha yaşanmıştı:

Literatüre 'Doğru mu Samet' söyleminin girdiği basın toplantısında, Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'ın 'noter'lik yapmasını istediği tercüman Samet Güzel istifasını sunarak Sarı-Lacivertli takımla yollarını ayırdı.

Bu hareketten bir niyet okuma yapalım önce.

Samet Güzel bir anlamda Aziz Yıldırım'a “Doğru değil” yanıtını vermiş oldu. Bizi bu okumaya iten ana neden, takımda halihazırda Portekizce konuşan isimlerin bulunması. Cristian ve Rual Meireles hâlâ Fenerbahçe forması giyiyor sonuçta. Buna ek olarak Samet Güzel, İngilizce mülakat veren futbolculara da tercümanlık yapıyor. İşin özü, ona hâlâ yer vardı Sarı-Lacivertli kulüpte.

Alex de ilk cümlesinde ona teşekkür etti.

Daha sonra sırasıyla Ali Yıldırım, Aziz Yıldırım, Aykut Kocaman ve basının kabahatlerini dile getirdi. Kimi yerde ezada bulundu, kimisinde şükran sundu. Ama nezaketini elden bırakmadı.

Bu noktada Fenerbahçe yönetiminden ne kadar farklı olduğunu gösterdi. Üslup olarak 'kırıp dökmeden, incitmeden' konuştu ve sürecin başından beri yaptığı gibi, kriz yönetimi konusunda başarısını kanıtladı.

Fenerbahçe yönetimi ise, şu anda son iki maçtaki başarılı sonuçların da verdiği özgüvenle işleri yavaş yavaş yoluna koymanın arifesinde. Ama Alex konusunda sadece Fenerbahçe taraftarlarına değil, tüm Türk futbol kamuoyuna bir açıklama borçları olduklarını unutmamaları gerekiyor.

“Teşekkürler” diyerek basın toplantısını bitiren oyuncu artık 'tutkum' dediği Fenerbahçe'yi takip edecek ve “Yanlış kullandım” dediği Twitter üzerinden arkadaşlarını tebrik edecek, başarı dileklerini iletecek.
Alex'e kefiliz...

2009 yılında en iyi yabancı film Oscar'ını alan Arjantin filmi 'El secreto de sus ojos'tan (Gözlerindeki sır) bir alıntı verme zamanı şimdi.

Aranan katilin nasıl bulunacağına dair beyin fırtınası yapılırken, ipucu 'tutku' olarak belirleniyordu.

“Bir erkek her şeyini değiştirebilir. Yüzünü, evini, ailesini, sevgilisini, karısını, dinini, Tanrı'sını.. Değiştiremeyeceği tek şey var.. Tutkularını değiştiremez."

Alex de Souza da tutkusunu açıkladı: Fenerbahçe.

Bazı isimler saha içindeki başarıları kadar saha dışındaki duruşlarıyla da iz bırakıyor.

Alex de Souza, bunun son örneğiydi ve biz 'Saha dışındaki Alex'e kefildik.

Umarım bu toplantıyla hikayeye bir ara vermişizdir. Mutlu bir sonu hepimiz hak ediyoruz. Çünkü istiyoruz ki, "Elbet bir gün buluşalım, bu böyle yarım kalmasın..."

Yazının sonunda bahsettiğim filmin ilgili sahnesi...




8.10.12'de bbc türkçe'de yayımlanmıştır. http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/10/121008_alex_de_souza.shtml

Saturday 6 October 2012

Don't stop me now!

Dünya sahnesinden Freddie Mercury geçmişse o iş bitmiştir. 
Yorum yapan taş olur. Altta klip daha altta şahane bir çalışma.
Bu da hiç ölmeyecek olan 'übermensch'in 65. yaşgünü anısına Google tarafından yapılan 'doodle'ı


Wednesday 3 October 2012

Ne güzel 'kıvırmış'

Paloma Faith ile yeni müşerref olmanın utancını yaşıyorum. Tarihe not düşülsün diye de 2009 tarihli Abbey Road kaydını 2012'nin son çeyreğine girdiğimiz şu günlerde blog sayfama taşıyorum!
Edirne ötesi tabirle 'Shame on me'!

Abbey Road isimli programdan, Abbey Road isimli stüdyoda kaydedilmiş, aynı isimli The Beatles albümünün en şahane şarkılarından birisi geliyor: You never give me your money. 40. saniyeden sonrasını hatırlamıyorum. Enfes...

Friday 28 September 2012

Aptal kutusu demeyelim de...



Popüler kültürün tutkunu olduğumu her fırsatta belirtiyorum. Belli bir yaştan sonra 'farkındalık' yaşayan insanların burun kıvırarak alt kültür gözüyle baktıkları şeyleri izlemeyi seviyorum. Onlara inat olsun diye değil içimden geldiği için ve kimilerini sahiden sevdiğim için yapıyorum bunu.
Televizyonun aptal kutusu olarak nitelendirilmesine zaman zaman karşı çıkıyorum ama buna rağmen insanlara fazla bir şey katmadığı konusuna ben de iştirak ediyorum.
Genel olarak son zamanlarda işim gereği mesai saatlerinde haber ve spor kanallarını izlediğimden gündüz kuşağı ürünlerini kaçırıyorum, geceleri de mecalim kalmadığından televizyonda nevarneyok yakalayamıyorum.
Bugün izin günümdü ve gündüzümü televizyonla geçirdim. Notlar tuttum. Ve biraz sevindim. Çok şey kaçırmıyormuşum. Her şey bıraktığım yerde öylece duruyormuş. Eğlenceyse eğlence, saçmalıksa saçmalık, dramsa dram! Notlara geçelim.

Müzik kanalları arasında gezintide fark edileceği üzere hep aynı klipler dönüyor. Yerli müzik yayımlayan kanallarda biraz daha derli toplu klipler yayımlanıyor. Yabancı müzik kanalları ise kati suretle çekilmiyor. Sürekli RnB ve Hip Hop. Onun da en dinlenmez örnekleri var. MCM kalitesi beklemiyoruz ama biraz özen gösterseler keşke.
Yerli kanallarda bugün Murat Dalkılıç'ın 'Kader', Gülşen'in 'Seyre dursun aşk' ve Tan'ın 'İlk bilen sen ol' isimli şarkılarına defalarca maruz kaldım.
Dalkılıç'ın ve Tan'ın kliplerine değinmezsem çatlarım. Önce Murat Dalkılıç. Şarkı biten bir aşkın ardından yaşanan pişmanlığı konu alıyor. Hala sevdiğini söylüyor ve o esnada 'o eski güzel günler' gösteriliyor. Ama bir de ne görelim, 'eski sevgiliye ezada bulundukları sözler' eski sevgiliyle beraber geçirilen en mutlu anlarda beraber söyleniyor! Saçmalığa gel!
Tan'ın şarkısı da enteresan. Düzenlemesi fena olmayan bir şarkı, klibi de projeleri genelde 'aparma' suçlamasına maruz kalan fotoğrafçı Mehmet Turgut çekmiş. Bu şarkı da ayrılık temalı. Şarkının ilk mısrası “İlk bilen sen ol biz ayrıldık”. Klipte de genç kızımıza Tan tarafından gönderilen bir SMS'in okunması ilk saniyelerin konuğu oluyor. SMS'te tabii ki ayrılık mesajı yazıyor: “İlk bilen sen ol biz ayrıldık.” Daha saçması bulunana kadar en saçması bu diyeceğim ama dehlizlerde ufak bir seyahat yapsak anında buluruz. O yüzden bu topa girmeyeceğim.
Klipleri veriyorum isteyen izlesin gözleriyle görsün diye. Yoksa beğendiğim anlamına gelmiyor.

Tan-İlk bilen sen ol


Murat Dalkılıç-Kader


Müzik kanallarından gündüz kuşağında dizi yayımlayan kanallara geçelim. TRT yeni başlayan Şubat dizisinin tekrarını veriyordu. Çok sarmadı açık söyleyeyim. Ama Fox TV'de uzun zamandır yayımlanan 'Dinle Sevgili' adında bir diziye rastladım. Köşede 'Final' yazıyordu. 5 dakikalık sekans bir daha o kanala dönmememi sağladı. Sahne şu: Başrol oyuncumuz annesiyle beraber masada oturuyor ve kayıp olan karısının nerede olduğuna dair beyin fırtınası yapıyor. O arada polis olay yerine geliyor. Ve delikanlıya pembe bir kimlik uzatıyor. El cevap: “Karım kimliğini mi kaybetmiş?” Aslında bu soruyla kanalı değiştirmeliydim de merak ettim devamını. Polis: “Hayır efendim. Böyle bir haberi ben vermek istemezdim ama karınızın cesedi bu sabah Sarıyer sahilinde bulundu.” Neyse bulunmuş en azından dedim ve geçtim.

Ve günün en beklenen dilimi: Esra Erol'da evlen benimle. Gündüz kuşağı eş bulma programları en kurgusal görünse de zaman zaman en 'sahici' tepkileri içerisinde barındırabiliyor.
Şans eseri bir tanesine bugün denk geldim. Önce bilmeyenlere tarif vereyim. Bu programda kadınlar ve erkekler nasıl bir eş istediklerine dair listeyi belirleyip kendilerine ayrılan yere geçiyorlar. Telefonla katılanlar da “Filanca özellikleri olan kişiye ben talibim” diyerek o kişiyle konuşmaya başlıyor. Anlaşma olursa ertesi gün stüdyoda buluşuluyor.
İşte 'vuslat'a erilene kadar o kişilerin arayışları stüdyoda devam ediyor. Tribün gibi oturuyorlar. Bugün çarpıcı bir sahne yaşandı. Normal seyrinde ilerleyen programda sarışın bir kadın ağlamaya başladı. 'İçin için ağlıyor' denen cinsten. Sunucu sordu neyin var diye başladı anlatmaya: “Bizler burada hepimiz çok yalnızız.” Devamını hıçkırıklara boğularak söylediği için anlayamadım.
Sunucu Esra Erol, konuğu nefes alsın diye stüdyo dışına çıkarırken 'dram pornosu' yapmayı ihmal etmedi. “Sen çok üzüldün istersen Ahmet Abi'ye de bir sarıl'” talimatını verdi, orkestra acı acı çaldı. Reklamlara gittik. Dönüşte ben de yoktum zaten.
Bütün bunlar yaklaşık 2 saat içerisinde gerçekleşince anladım ki ciddi anlamda bir açıkhava tımarhanesinde yaşıyoruz Türkiyeliler olarak. Şikayetçi miyiz peki? Maalesef değiliz.

Monday 24 September 2012

Eğlenmeye mahkûmlar...

Tüm duyguların uçlarda yaşandığı, 'Kimi üzgün kimi gün neşeyle dolduğumuz o kanal'ın stüdyolarındayız. Evet, olay yerinden bildirerek Flash TV dosyasını aralıyoruz.


Nüfusu itibariyle bırakın il olmayı bağımsızlığını ilan etmeyi düşünmesi gereken Bakırköy’ün en işlek caddelerinden birisi üzerinde bir apartman. Girişte tabela ve süslemeler var. Güvenlikle selamlaşıp turnikeden geçmemizle ‘arzın merkezine yolculuk’ başlıyor. Her adımında ‘düğün salonu’ atmosferini yaşatan merdivenler vasıtasıyla yerin üç kat altına iniyoruz. Sonunda ‘stüdyo’ yazan kapı karşımızda. İki akşam seyircilerin arasında yer alacağım Flash TV serüvenim başlıyor.

Önce Flash TV programlarına nasıl gelinir anlatayım: ‘Seyirci koordinatörü’ denen bir kavram var. Bu isimler programa kadrolu seyirci getiriyor. Eğer koordinatöre bağlı olarak gelirseniz sorun yok. Çünkü sizden o sorumlu. Yok koordinatörden bağımsız olarak müracaat ederseniz, damsız girilmiyor! İlk başvurumda ‘evlilik cüzdanı’ istemişlerdi. Yıldırım nikâh için vaktim olmadığını söyledim. İkinci başvuruda artık işin başındakilere gazeteci olduğumu belirterek izleyiciler arasına karıştım.
Stüdyoda yaklaşık 50-60 kişi var.

Katıldığım iki programdan ilki geçen yıl yayına başlamasıyla fenomen haline gelen ‘Kadere Mahkûmlar’. Hani şu, Dilber Ay ve Cihan Akboğa’nın sunduğu hapishane koğuşu dekorlu program. Önce içinizi kemiren, geceleri sizi uyutmayan, her anınızı tereddütle geçirmenize neden olan sorunun cevabıyla başlayayım: Hayır, o parmaklıklar gerçekten demir değil! Dikine olanlar plastik boru. Yani isterlerse kaçabilirler!

Ortam tasvirine devam. Koğuş dekorunda anlatmakla bitmeyecek detay var. Posterlerden bahsedeyim ben. Görebildiklerim arasında Atatürk , Metin Oktay, Yılmaz Güney, Yusuf Hayaloğlu, Edip Akbayram ile ‘Darağacında Üç F idan’Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan vardı.

Programda format gereği sunucu ve konuklar kadar ‘koğuş sakinleri’ de başrolde. Bu isimler program esnasında ‘Dışarda mevsim baharmış, gezip dolaşanlar varmış, günler su gibi akarmış, geçmiyor günler geçmiyor’ havasını vermek için volta atıyorlar, bazen uyuyor, bazen de kavga ediyorlar. Figüranlık yapanlar ücret almıyormuş. Önceden seyirci olarak katıldıkları programda figüranlık hoşlarına gitmiş ve gönüllü olarak bu işi yapıyorlarmış.

Figüranlar arasındaki ‘Gardiyan’ abi rolünün hakkını veren kilit bir isim. Konukları ‘koğuş kapısı’nı açarak içeri alıyor. Figüranlara kimi zaman şefkatli kimi zaman ‘gaddar’ yüzünü gösteriyor. Reklam aralarında da ‘seyirciye’ gardiyanlık yapıyor. “Reklam arası 2 dakika”, “2 dakika içinde burada olun”, “Kısa reklam olacak bırakmıyorum hiçbirinizi”, “Yayına giriyoruz oturun lütfen” şeklinde talimatlarla bize de ‘devlet’in büyüklüğünü hissettiriyor!

Gazeteden çıkıp yorgun halde programa geldiğim için arkadaki ranzalardan birini gözüme kestirip “Acaba uyusam ne olur” diye düşündüm ama o sırada ‘Alkış yapmadığım’ için seyirci koordinatöründen azar işittim. Zira seyircilik ‘yan gelip yatma yeri’ değilmiş, onu anladım. Lakin figüranlar arasında bir abi çok kaytardı, hep oturuyordu, yazdım kenara!



Süper buluş: Açık görüş
Olay mahalline intikal ettiğimde eylül ayının 18. günü yaşanıyordu. Sunucu Dilber Ay kardeşi vefat ettiği için gelmedi. Kendisine başsağlığı, kardeşine rahmet dilerim. Ki program boyunca sürekli ‘Dilber Annemiz’e başsağlığı temennisi gönderip saygılarımızı sunduk.

O gün hem terör saldırısı olduğu için hem de programın tabiatı gereği ‘durgun’ bir gece oldu.

‘Kadere mahkûmlar’ ülkenin her yerindeki hapishanelerden izleniyor. Etrafta mahkûmlardan gelen mektuplar var. Bu izlenme sayesinde harika bir ‘iyilik’ yapılıyor: Açık görüş. Hemen anlatıyorum: Program reklama girince görevlilerden “Hapishanede yakını olan var mı” sorusu geliyor. Tanıdığınızın adını yattığı cezaeviyle beraber görevliye yazdırıyorsunuz, yeterli sayıya –genelde 10- ulaşılınca program sonu açık görüş yapılıyor. Cezaevinde yatan kişinin tanıdığına mikrofon uzatılıyor, kamera onu çekerken o da mesajını iletiyor. Dâhiyane! Bizim programda bu sayı yedide kaldı. Görüş yapılamadı maalesef...

Spor muhabiri olduğum için neden bu programa ‘şike soruşturması’ dönemi katılıp futbol dünyasının tutuklularına mesaj iletmediğime dair hayıflandığımı ise sizden gizlemeyeceğim.

Programda çok az konuşma yapılıyor, sürekli şarkı söyleniyor. Amaç cezaevindekilere moral vermek ama şarkı seçimlerinin yarattığı ruh halini bir de içeridekilere sormak gerek. Misal Âşık Mahzuni Şerif’in Merdo’su: “Sana bir gün olsun gülmedi hayat, kaderin berbat Merdo, burası gurbet...”
Yapılan az konuşma mutlaka ‘alkış isteme’kle son buluyor. Sunucu Cihan Akboğa her şeye alkış istiyor. Şehitlere, konuklara, şarkılara hatta anlamadığım şekilde ‘ Türkiye’ye bir alkış’ istedi. Alkışladık haliyle.

Saat 20.00’de başlayıp 23.00 sularında sona eren program boyunca verilen aralarda seyirciler yanlarında getirdikleri ‘kumanya’ları yerken son düdüğün ardından kendilerine tahsis edilen servislerle evlerine dağılıyorlar.

Latif Doğan’dan gayrisi teferruat!
İkinci gece ise bu kez eğlenmek için geldik. Önce size o gece yapılabilecekler arasında neler vardı sayayım: Leonard Cohenve Dead Can Dance konseri ile Manchester United-Galatasaray maçı. Televizyonda da sürüsüyle dizi. Ama bütün bunlar yerine önceki akşamki matem havasını dağıtmak için davullu zurnalı ve halaylı eğlenceye katıldım. Evet, Latif Doğan’ın sunduğu ‘Küstüm Show’dayız.

Programın konuğu şarkıcı Berdan Mardini. İlk programdaki eyirciler arasında rastladıklarımın bir kısmı burada da vardı. ‘Kadere mahkûmlar’da gardiyan rolünü oynayan abiyi bu kez tebdili kıyafet stüdyoda görünce takibe başladım. Meğersem gardiyanlık asli görevi adı da Atilla’ymış. Stüdyonun düzeninden sorumlu olan Atilla abinin görevi televizyon deyimiyle stüdyo amiri galiba...
Bu programda zorunlu olan tek şey eğlenmek! ‘Ayağa kalk’ talimatı gelirse ayağa kalkıp halay, ‘alkış’ talimatı gelirse alkışlamanız gerekiyor. Bunu şartlı refleks olarak yapanlar yani bir nevi ‘Eğlenceye mahkûm’ olanlar olduğu gibi bunu içinden gelerek yapanlar da var...

Handiyse deşifre oluyordum
Talimatlar genelde seyirci koordinatörleri ya da Atilla abiden geliyor. Kadere mahkûmlar programıyla kıyaslarsam bu kez kitle daha kalabalık olduğu gibi hem daha çok kadın var hem de yaş ortalaması yüksek.
Program esnasında tarihi bir ana da tanık oluyoruz: Konuk Berdan Mardini, o saat itibariyle dayı olacağını müjdeliyor. Şarkılı türkülü eğlence sürerken İsveç’te yaşayan ablasının ikizlerinin dünyaya geleceğini söylüyor. Gözü aydın olsun diyoruz bizler de sevincine ortak oluyoruz alkışlarımızla tabii. Çünkü kendimizi ifade etmemizin tek yolu alkışlarımız...

‘Zorunlu oynama’ya dönelim. Buna uymayan kişiler yerini kaybedebiliyor. Programda kısıtlı oturma yeri olduğundan eğer gecikirseniz kameranın göremediği yerlere oturmanız gerekiyor. E haliyle gözünüz de ön sıralarda oluyor. Burada eğer oynamayan varsa “Oynamayacaksa arkaya geçsin yer değişelim” itirazı geliyor. Ben ne mi yaptım? “Görev başında eğlenilmez” diyerek iştirak edemedim.
Bir ara hareketsizliğim ve ara sıra not tutmam deşifre olmama yol açıyordu ancak “Nereden geldin sen, ne iş yapıyorsun” sorularına “Aklıma esince not tutarım” şeklinde benim bile inanmadığım bir cevap verdim.

Bir dahakine görev icabı değil gerçekten eğlenmek için gideceğim! Çünkü burada eğlence bedava ve gerçekten iyi vakit geçiriyor izleyiciler. ‘Kenan’ın (Doğulu) sahnesi çok iyi’ derler ama bir de Latif Doğan’ı görün derim ben. Stüdyoda görüşürüz belki! İyi pazarlar...

Türkiye gündeminden bağımsızlar
Flash TV ’nin kendi gündemi ekseriyetle eğlendirme üzerine. Gündüz kuşağında ‘Evlendirme’yi vaat eden kanal sonra ‘eğlence’ye meyleden dakikalar sunuyor.
Hafta içi her gün saat 10.30’da isminin bile yeterli olduğu ‘Ne Çıkarsa Bahtına’ isimli evlilik programı yayımlanıyor. Akşamüstüne kadar filmlerle vaktimizi geçirirken, yine aynı günler 17.40’ta ‘Rengârenk’te kurtlarımızı döküyoruz.

20.00-23.00 arası cuma hariç her gün bir program yayımlanırken sırasıyla ekrana gelenler şunlar: İsimleri zaten yeterince açıklayıcı olduğundan tarife gerek yok. Evlere Şenlik, Kadere Mahkûmlar, Küstüm Show, Horon Show. Cumartesi Bezm-i Alaturka, pazarları ise Yıldız Yağmuru var.

Söz konusu programları televizyondan izlediyseniz ‘baş döndürücü’ bir hızla ekrana gelen görüntülerin değiştiğine tanık olmuşsunuzdur. Bu değişen görüntüler arasında kameraya yakalanmak ise maharet istiyor. Burada tüyoları seyirci koordinatörleri veriyor. Kimisine el ele tutuşup salınma, kimisine başını yanındakinin omzuna koyma gibi tavsiyelerde bulunup kameralara gönüllü sobelenmesini sağlıyor.

not: bu yazı 23.9.12 tarihinde radikal gazetesinde yayımlanmıştır.

Biraz 'Boğaz'. biraz 'Beirut' güzel konser benim işte...



Beyrut benim için hiç gitmediğim ama ilk fırsatta ayak basmak istediğim, Lübnanlı diva Feyruz eşliğinde sanal olarak dolandığım, onun sesinden duyduğum ‘Le Beirut’ ile klişe tanımla uzaklara daldığım detayların öznesi olan bir memleket.
Bana bu kadarını hissettiren, lakin bunu eyleme dökecek yeteneğim olmadığı için dışa vurmamı sağlayamayan Beyrut, ABD ’li Zach Condon’a ise fazlasını hissettirmişti. ‘Beirut’ projesini başlattığında o toprakları hayatında hiç görmemişti ve 20 yaşındaydı. Yetenek böyle bir şey işte, mesela Jamiroquai’ın sadece ilk iki albümünde yer alıp harikalar yaratan basgitarist Stuart Zender da ilk Jamiroquai albümü esnasında 18 yaşındaydı. 



Zach Condon, Beyrut’a dair “Gitmesek de görmesek de…” diyerek kolları sıvayalı 6 yıl olmuş. O gün bugündür ‘ruhumuzu’ doyuruyor. Kişisel olarak akordeonla ilişkim ‘ne gerek var şimdi’ seviyesinde olduğu için bu enstrümanı çok tuttuğum söylenemez. Ama Beirut’taki hali ‘ukulele’yle beraber ne yalan söyleyeyim gönlümü çeliyor. Önceki gece de bu eylemi turlarının son konseri olarak canlı canlı Kuruçeşme Arena’da yaptılar. Haliyle Boğaz’a nazır… Lakin Boğaz’ın yanında sönük kaldılar. Günahları yok, Freddie Mercury dışında Boğaz’dan rol çalabilecek sanatçı olduğunu sanmıyorum. Yani artık o rol çalınamaz! ‘The Rip Tide’ çalarken, şarkının enfes klibindeki yelkenliye binip uzaklaşma hissini yaşadık. Lakin bazı yerler bırakılıp gidilmiyor. ‘Asitane’de kaldık. İstedik ki Beirut da gitmesin. Sağolsunlar bizi kırmadılar, iki kere bis yaptılar. İlkinde “Bir de sizin için” diyerek dörtlediler. İkinci biste de iki şarkı çalıp vedalaştılar. Zach Condon kırık Türkçesiyle “teşkürler”ini ihmal etmezken, grubun kontrabas ve basgitar çalan üyesi Paul Collins, Türk müziğine değindi: “Türk müziği bu grup için çok şey ifade ediyor. Geçen sefer geldiğimizde çok az kişi vardı bu kez çok kalabalık. Çok mutlu olduk.”
Ülkece ‘ehlikeyf’ olmamızdan ötürü kalabalık bizi gerdi, sürekli insan sirkülasyonu olması ve kimi mekânsal aksaklıklar huzursuz etti ama yine de kitle olarak keyif alarak boğaza nazır bir konser izlemiş olduk. Yine bekleriz…

bu yazı 23.9.12'de radikal gazetesinde yayımlanmıştır.

Saturday 22 September 2012

Sunday 16 September 2012

Ölmeye, ölmeye, ölmeye mi geldik?


Sevdiğiniz bir işle uğraşıyorsanız gününüzün önemli bir kısmını hatta uyku haricindeki bölümünü direkt ya da dolaylı olarak o işle geçiriyorsunuz.
O konu hakkında çevrenizde olan bitene karşı daha bir 'farkındalık' içerisinde oluyor hemen tepki veriyorsunuz. Sürekli alıcılarınız açık oluyor. 
Hal böyle olunca emekli olmadan yaşama veda ettiyseniz ve sevdiğiniz işle meşgulseniz bir anlamda sevdiğiniz işi yaparken ölmüş oluyorsunuz.
Onun dışında tabii ki mesela bir savaş muhabiriyseniz olay mahallinde hayatınızı yitirmeniz de olası. Bir aktör olarak sette kaza sonucu, tiyatrocu olarak sahnede kalp yetmezliğinden, ya da futbolcu olarak kalp krizinden de terki diyar eyleyebilirsiniz. 
Nereden çıktı bu giriş peki? Geçen hafta açıklanan rapor sonucu 23 yıllık mücadelede önemli bir adım atılan Hillsborough Faciası sonrası kafama takıldı bu konu. Büyük trajedide 96 kişi hayatını kaybetmişti. Tam liste burada. En küçüğü 10 yaşındaki Jon-Paul Gilhooley, en büyüğü ise 67 yaşındaki Gerard Bernard Patrick Baron... Yaş ortalaması 'ortasındayız ömrün' denemeyecek düzeyde. Ama her ölüm erkendir sonuçta. Ben 'Şimdi ölmek ister misin' sorusuna hayatının hiçbir döneminde 'Tamam' diyecek insan olduğunu sanmıyorum. İntihar konusuna girmeyelim. 
Neyse dallanıp budaklanmayalım yine. Konuya girelim sonunda: Hillsborough faciasında ölenlerin belli kısmı -mesela 40 yaş üstü diyelim- Liverpool taraftarlığını bir meslekmişçesine icra ediyorlardı. Takımı Anfield ya da deplasman farketmeksizin desteklemek, armanın peşinden koşmak onlar için bir yaşam tarzıydı.
Federasyon Kupası yarı finalinde Nottingham Forest önünde takımlarını desteklemek 'You'll never walk alone'u söylemek için yerlerini almışlardı tribünlerde ya da alıyorlardı. Sonrasında olanlar oldu. 
Bu hafta o soru geldi aklıma işte. Türkiye'de 'fanatik taraftarlık' tavrının klasik söylemidir: Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik!  
İngilizlerde bu kültür olduğunu sanmıyorum elbette ama acaba trajedide ölenler arasında hiç günün birinde çok sevdiği Liverpool'un peşinden koşarken hayatını kaybedeceğini düşünen olmuş mudur?
Cevabı hiçbir zaman bilinemeyecek sorular arasında yerini alsın bu da...

Günün şarkısı da Pinhani'den gelsin. Şarkının adı İstanbul'da ve benim için grubun en iyi şarkısı. 


Her İstanbullu bu soruyu zaman zaman kendine sorar ya da bu ruh haline girer: "İstanbul'da kimim var, kimin için bu toz duman? İstanbul'da neyim var, ne kaldı ki kalabalıktan?"

Monday 10 September 2012

Ben sana küsüm aslında


Türk popunun külliyatı günün birinde yapılacaksa önemli kısmının altında imzası olanlardan olan Onno Tunç'a ağıt olarak değerlendirebileceğimiz Sezen Aksu eseri Yol Arkadaşım bugünkü şarkımız olsun.
Ne kadar büyük besteci olduğunu anlatmamıza gerek olmayan Tunç'un hatırasına saygı için yapılan bu şarkının düzenlemesi de bizzat onun yaptığı şarkıların kalitesine yaklaşan değerde. Hatırlatayım zaten şarkının düzenlemesini yapan da müteveffa Onno Tunç'un kardeşi Arto Tunçboyacıyan.
Bu şarkı klasikler arasında yerini alalı 5 sene oldu zaten.
Bir kaç detay vereyim dinlerken dikkat kesilip belki farketmeyenlerde yeni bir ufuk açar...


- 0.15-1.07 arası ut ile başlayıp melodinin her tekrarında yeni bir enstrüman eklenen ve piyanonun girişiyle tamamlanan intro.
- 1.30 ve 1.42 noktalarındaki cümbüş
- 1.48-1.54 arası duyduğumuz 'sirenimsi' ses. enstrüman mıdır efekt midir bilemedim çözemedim...
- 2.06-2.08, 2.13-2.15, 2.19-2.21 elektro gitar (sonraki nakaratta tekrarı var aynı şekilde)
- 2.48, 2.51, 2.54 ud (diğer nakaratta tekrarlanıyor)

"Peki ya sözler" diyenlere şarkının güftesi de burada.
Benim için en vurucu dizesi şudur ama: "Anlaşılır gibi değiliz, tek bedende kaç kişiyiz. Hem yok eden, hem de tanık, esaslı karmaşa"


Sunday 2 September 2012

Slavoj Žižek


"...Gerçek bir aşk da ancak bu tersine çevirme sayesinde ortaya çıkar: Sadece ötekinin agalmasına (kısaca heykel diyelim, dış görünüş olarak da yorumlayabiliriz ancak felsefe açısından pek çok farklı anlama da gelebilir. Biz kolayına kaçıp heykel demeyi tercih edelim bugünlük) hayran olduğum zaman gerçekten aşık değilimdir. Aşkın nesnesi olan ötekini kırılgan ve kayıp, 'o şey'den yoksun bir şey olarak yaşadığım zaman, aşkım bu kayba rağmen ayakta kaldığı zaman aşığımdır..." 
"Ve aşk hâlâ ihanet edebildiğin şeydir." 
Slavoj Zizek

Arkada bu çalsın bir yandan... 

Monday 9 July 2012

Eğer


Bunların hepsini yaptığımı düşünmüyorum, yapabileceğimi de sanmıyorum. Ama çabalıyorum.
Çevrende herkes şaşırsa ve bunu da senden bilse,
Sen aklı başında kalabilirsen eğer,
Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
Hem de kendine güvenebilirsen eğer,
Bekleyebilirsen usanmadan,
Yalanla karşılık vermezsen yalana,
Kendini evliya sanmadan
Kin tutmayabilirsen kin tutana,
Düşlere kapılmadan düş kurabilir,
Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer,
Ne kazandım diye sevinir,
Ne yıkıldım diye yerinir,
İkisine de vermeyebilrsen değer,
Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz,
Kandırabilir diye saflar dert etmezsen,
Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz,
Koyulabilirsen işe yeniden,
Döküp ortaya varını yoğunu
Bir yazı turada yitirsen bile
Yitirdiklerini dolamaksızın diline
Baştan tutabilirsen yolunu,
Yüregine, sinirine "Dayan" diyecek,
Direncinden başka şeyin kalmasa da,
Herkesin bırakıp gittiği noktada
Sen dayanabilirsen tek,
Herkesle düşer kalkar erdemli kalabilirsen,
Unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
Dost da düşman da incitmezse seni,
Ne küçümser ne de büyültürsen çevreni,
Bir saatin her dakikasına emeğini katarsan hakçasına,
Böylece dünyalar önüne serilir,
Üstelik oğlum adam oldun demektir.
Rudyard Kipling (Türkçesi: Bülent Ecevit)

Şarkının şiirle bir alakası yok. 3 aydır aklıma takıldı bir türlü bulamıyordum. Sözlerini unuttuğum için. Tesadüfen buldum bu gece. Buraya koyayım gözümün önünde olsun. Unutmam bir daha işte.
Tek parçalık vurgunlardan bu da: White Town-Your Woman


PS: Görsel, şiirin orijinalidir.

Thursday 5 July 2012

Şişeler, katran karası şişeler


Bu ülkenin gündemi yıllar geçse de değişmiyor. 'Faşizm'in seviyesi değisse de hiçbir zaman eksikliği hissedilmiyor. Gölgesi muhakkak üzerimizde. Yasaklar yine günümüzde de tartıştığımız konuların başında. 'Özel hayat'a yapılan müdahale ise tabii ki en sesli tartışılanlar. 1983 yılında içkiye yapılan zam sonrası da bir tartışma başlamış. 'Engel için mi' kabilinden. Müteveffa Hikmet Feridun Es de 'Yıllarboyu Tarih' mecmuası için 'Bir şişenin tarihi' başlıklı araştırma yazısı yazmış. Ama ne yazı!
Konu tarihçi Ahmet Refik Altunay'ı hergün gazeteye gelip soran bir okurunun nihayet kendisine ulaşmasıyla başlar. Okuyucunun derdi ona elindeki 'şişe koleksiyonu'nu göstermektir.
Sonunda buluşup olay yerine giderler. Tabii Es de yanlarında. Ve nefis yazı başlar. Bir kaç kesit paylaşayım, müsait zamanda tümünü burada yayımlarım...

"Hollanda, bizim 'Şişede durduğu gibi durmaz' vecizemizi, bir içki şişesi ile adeta canlandırmış, dile getirmiştir. Mesela dünyanın en eski içki firması olan Kupper (1695'ten beri içki yapıyor) bizden aldığı ilhamla meşhur 'Sarhoş' şişesini çıkarmıştır. Adeta sallanıyormuş hissini veren çarpuk bir şişe! Güya içmiş de o hale gelmiş!.. Şişede durduğu gibi durmaz.. Halbuki içindeki sadece Jenever... Hollanda rakısı... Junk ve Oude yani genç veya ihtiyar, diye ikiye ayrılan Jenever, daha ziyade cin türünden bir içki ama, çok sert ve acı... Hollandalılar bunu minik kadehlerin içinde, öteki içkilerle beraber, mesela, biranın yanında, fakat içine karıştırmadan içerler... İki içkiyi birbirine katık ederek...
İçindeki Jenever, hiç de pahalı olmadığı halde, iki büklüm 'sarhoş şişe'deki Jenever ateş pahasınadır!.. Buna rağmen, Amsterdam'a her inen uçaktaki turistler, hemen koşup, birer 'Sarhoş şişe' satın alırlar. Vaktiyle dünyada hiç popüler olmayan bu içki, şimdi hava meydanlarının gümrüksüz mal satan dükkanlarında en iyi satılan içki haline girmiştir. Bir şişeleme buluşu sayesinde... En ucuza mal olacak cinsten bir Kütahya şişesi içinde bizim konyakları veya kayısı likörlerini bir düşününüz... Yazık yapamadık..."



"...Refik Hoca, mücevher mahfazalarını karıştırır gibi şişeleri karıştırıyordu. Üzerlerinde Arap harfleriyle etiketler taşıyan şişeler: Üzümkızı, Staflina, Şırrak Ve ötekiler... Üzerlerinde Fransızca, Rumca yazan rakı şişeleri... Ünlü tarihçi bazen bunlardan birini alıp bize gönderiyordu: İşte 'Kalkan Balığı' denilen yamyassı rakı şişesi. İçki yasağından kalma. Pantolon arka cebine girmesi için böyle yamyassı yapılmış, Yasak Şişe! Kimseye çaktırmadan çekmek için. Kalkan balığı yani yasak şişe, bir zamanlar moda haline gelmişti. İçki yasağı kalktıktan sonra bile..."

"... Tarihçi Ahmet Refik tozlu şişelere değil de sanki 'Akşamcılık tarihi' yahut dünden bugüne şişe tarihini karıştırıyordu. İşte bir alay Fahreddin Kerim Gökay... Sarhoşların belkemiklerinden su alan ve işi azıtanları götürüp şehir dışına atan dünyanın en sevimli valisinin, en ünlü içki düşmanının adını taşıyan en popüler rakı şişeleri! İlk Fahreddin Kerimler...
Beyaz ama daha ziyade yeşile kaçan pürtüklü camdan... O günlerde hakim sarhoşa: Çok mu içmiştin! diye sorar. Sarhoş da cevaplardı: Ayıp ettin de Reiz bey... Ağzınıza layık... Topu topu 3 F.KG. yuvarlamıştım...
FKG, Doğan Nadi'nin buluşuydu. Bu harflerle Fahreddin Kerim'in vaftiz babası olduğunu söylerdi."

"...Ama size bir şey söyleyeyim mi? Daha eskiler kafa çekmenin bir usülünü bulmuşlardı: Şıracılık... Çok yakın zamana kadar İstanbul'da 2 bardağı insanı körkütük sarhoş eden şıralar satılırdı. Bazıları afyonlu. Bazıları ise: 'Katır Şarap' denen cinsten. Yani ne şıra, ne şarap. Katırın cinsiyeti gibi. Şarap katırı..."

"1584 tarihinde, gayet kalabalık ve debdebeli bir Liechtenstein sefaret heyeti Estergen Bey'ine misafir olmuştu. Bey, İstanbul'a giden bu heyeti nasıl ağırlayacağını bilmiyordu. 1000 kişiye şarap!!! Hem de zamanın adetine göre, kahvaltıdan başlayarak! Ama Estergon Beyi kolayını bulmuştu. Bal, reçel, şekerli sudan, çabucak ve fıçı fıçı bir şarap yaptırmıştı. Hemencecik! Ellerine sağlık... Ama bağırsak söken denilecek derece müshil... Çok sevmişlerdi Liechtenstein'lılar bu şarabı... Maşraba maşraba yuvarlıyorlardı...
Ertesi sabah şafak ile yola revan oldular... Ne şaraptı ama. Hem ballı, hem reçelli ve dahi hem de bol şekerli su! O günü Dersiadet'e (İstanbul'a) giden 1000 kişilik sefaret heyetine günde tam 11 kez mola vermek zarureti doğmuştu. Kafile durdurulur, durdurulmaz, sefaret heyeti, işlemeli uçkurlarını tuta tuta çalılıkların arkasına yıldırım gibi koşuyorlardı. Heyhat ki,... Çalılıklara yetişemeyenler de vardı. Ahh ne şarap! Ne şarap! Türk şarabı..."

Yıllarboyu Tarih, Mart 1983, Hikmet Feridun Es



Konu içki olunca milyon tane şarkı var ne seçsem içime sinmeyecekti. Candan Erçetin'in 'Yeşilçam' temalı 'Yaşıyorum' şarkısını seçtim. Yaptığı iyi işlerden biridir ama her iyi iş gibi kenarda köşede kalmıştır. Dinleyiniz, dinlettiriniz.


Ama illa konuyla ilgili istiyorsanız. Konu şişeler olunca Ahmet Kaya'yı analım. 'Hadi bize gidelim yar, şişeleri dizelim yar, içelim içelim ölümüne içelim, karakola düşelim yar...' İyi dinlemeler...

Monday 2 July 2012

Sansür, censorship, censure, tsensuur, λογοκρισία

Türk basını, sansürcü Kemal'den neler çekti?
Basın tarihimize geçen iki amansız sansürcü vardır... Hıfzı ve Kemal Beyler. İlkinin basın mensupları tarafından zaman zaman hoşgörü ile karşılanmasına rağmen, ikincisi, basına düşman olduğunu her davranışıyla belirtmesi yüzünden, nefret edilesi biri olmuştur...
- Beyefendi: O resimde ne gibi bir sakınca vardı ki konmasını yasakladınız?
- Daha ne olsun? Çeşme başında ellerini havaya kaldırmış olan ihtiyarın hali yetmez mi?
- Ne var o ihtiyarın halinde?
- Peki söyleyin bakalım, bu adam ellerini havaya kaldırmış öyle ne yapıyor?
- Bu suyu şehire getiren ve mahallesine böyle bir çeşme yaptıran padişaha dua ediyor. Bu resim böyle bir fikri sembolize etmek üzere yapılmıştır.
- Bu dediğiniz şey sizin düşünceniz olabilir!.. Bu ihtiyar adamın ellerini havaya kaldırarak içinden padişahımız efendimiz hazretlerine beddua etmediği ne malum? Faraza böyle olmasa bile o resmi gören birçok kimsenin aklına dua değil, beddua ettiği düşüncesi gelebilir. Binaenaleyh ben bu resmi kesinlikle dergiye koydurtmam!

Kudret Sinan, Yıllarboyu Tarih, Temmuz, 1980

Sunday 1 July 2012

Kalbim Hellas'da kaldı

Ege'nin karşı kıyısına hep bir sempati beslemişimdir. Yıllardır bir sebep aramadım ama galiba artık bunu temellendirmenin vakti geldi. Ben onların en başta müziğini seviyorum.
4 şarkı vereyim gecemiz efkarlansın.

1. Haris Alexiou-Apopse thelo na pio
Türkçe meali, 'Bu gece içmek istiyorum'. "Bu gece içmek istiyorum, sonrasında da hiçbir şey hatırlamamak..." olarak başlıyor. Zaten sözlerin önemi yok musiki ve fonetik size aynı hisleri veriyor.


2. Eleftheria Arvanitaki-Prin to telos.
İtalyanca aşk şarkısı olan 'I giardini di marzo'nun Yunancası oluyor kendileri. Çok başarılı bir aranjman. Orijinali için de buradan bittabii.


3. Despina Vandi-Thelo na se do
Türkiye'de son dönemde aranjmanı yapılmış bir eser. Yıldız Usmanova, Yaşar'la beraber seslendirmişti 'Seni severdim' adıyla. Ama orijinalinin yanından geçmesi namümkün!


4. Haris Alexiou-Oi filoi moi xaramata
Son şarkı yine Haris'ten. Şarkının adını Ege koyabilirlermiş aslında.

Thursday 28 June 2012

Eski zamanlar


"... Gelelim vapurlara. Şehir hattı vapurlarına... Vapurlar o zaman iki kısımdı. Biri şimdiki Denizyolları'nın Şehir Hattı İşletmesi'ydi. Buna 'gemilerin gidip gelmesi' anlamında "Seyrisefain" denirdi. Boğazda da özel bir şirket vapur işletirdi: Şirket-i Hayriye idi. Şirket-i Hayriye gemileri numaralıydı. Bacalarında büyük rakamlarla numaralar yazılı olurdu. Ayrıca isimleri de vardı: Altınkum, Sarayburnu, Kanlıca, Kandilli, İnbisat ve sair gibi. Sonradan bunlardan ikisini seyrisefain, yani işletme satın aldı, bacalarına malum çapalı amblemi vurup adlarını değiştirdi: Göztepe, Erenköy yaptı.
Biz Kadıköy tarafında oturanların (biz yaştaki çocukların tabii) buna canımız sıkıldı. Bu uzun bacalı leylek gibi şekilsiz gemileri Seyrisefain'in, zarif, güzel vapurlarının yanına yakıştıramadık. Bizim taraftakiler, hele son Heybeliada ile Kalamış güzel gemilerdi. Galiba Fransa'da yapılmıştı. Halk arasında yeni yapılan bir şey için daima bir rivayet çıkar. Bunlara da: Onların altları düzmüş, dediler. Biz onlara rast gelmek için can atardık.Şehir Hatları'nda önce yandan çarklılar vardı: Bağdat, Basra, Nev'eser,. Bunlar daha ziyade Adalar'a ve Bostancı hattına işlerlerdi. Hele bir tanesi akşamları Köprü'den kalkar, nazlı nazlı bütün Anadolu sahilini dolaşır, Moda, Kalamış, Caddebostan, Suadiye, Bostancı'dan sonra Büyükada'ya, ordan da Heybeli'ye geçerdi. Büyükada'da oturan Rum, Ermeni esnafı akşamları bunun başüstüne çilingir sofrası kurarlar, Adalar'a kadar ufak ufak demlenirlerdi.O gece Heybeli'de yatan bu gemi ertesi sabah erkenden Büyükada'ya uğrar oradan yine bükün Anadolu sahilinin yolcularını toplayarak Köprü'ye giderdi. Vakit bol, insanlar terbiyeli, saygılıydı. Büyük büyüklüğünü, küçük küçüklüğünü bilir, biri ötekine sevgi, öteki ona saygı gösterirdi. Kalabalık yoktu. Yandançarkçıların içinde ötekilerden birazcık daha büyük görünen bir Büyükada gemisi vardı ki onlara nazaran çok lükstü. İşittiğime göre istibdat devrinde ya bir büyük paşanın, yahut da bir ecnebi şirket müdürünün 'Muş'u imiş. (Muş: İstim ile işlyene o zamanın yelkensiz bir çeşit yatı). Bu daha ziyade Adalar'a işlerdi.
Adalar'a işleyen gemiler arasında bir de ganbottan bozma (Gun boat: O zamanın ufak silahlı bir eski harp gemisi) dört gemi vardı: Kınalıada, Maltepe, Kartal, Pendik. Bunlar lodosa dayanıklı konforsuz gemilerdi.
Son zamana 1950-55 yıllarına kadar azalarak çalıştılar. Sanırım bir tanesinin makinasını Haliç Tersanesi'nde ilk olarak yapılan bir araba vapuruna koydular. Moda, Kadıköy, Burgaz gibi gemiler de şehir hatlarının güzel gemileriydi. Bunlar daha ziyade Kadıköy tarafına işlerdi..."  


Yıllarboyu Tarih, Haziran 1978, Selçuk Kaskan'ın 'Geçmişe mazi derler...' isimli köşesinde o ayın 'Trenler ve vapurlar' başlıklı makalesinden.



Safiye Ayla-Menekşe gözler hülyalı

Bugün


Final göremeyen Portekizlilere gelsin. Oya İşboğa da iyi okuyor hani. 
Sözleri enfestir ama:

Gurbet elde her akşam battı bağrımda güneş,
Yare giden yollarda hasret oldu bana eş,
Kimsesiz şu ellerde yok mu bana kardeş,
Yare giden yollarda hasret oldu bana eş.

Beste: Osman Nihat Akın
Güfte: Şükrü Tunar

Tuesday 26 June 2012

Geçmişin masraflı evliyaları...

Okuyacağınız satırlar, 17 Şubat 1956 tarihli Hafta mecmuasından bir 'araştırma haberi'. Haber dili çok enteresan. Hesaplamaların başladığı ve konunun bağlandığı yerlere dikkat...




İstanbul evliyalarına yılda 
1.500.000 mum yakılıyor!
Bu mumlar eklenirse 225 kilometre eder 
ve hepsini ancak 10 kamyon taşıyabilir.
Yazan: Olcayto

Biz insanlar kendi gücümüzle halledemediğimiz şeylerin, kendiliğinden yola girmesini bekler dururuz. Bu yüzden de çoğumuz başımız sıkıştı mı ya Allah'a dua ederiz, ya da evliyalara mum, adak adarız. Artık evliyalar imdadımıza yetişir mi, yetişmez mi ayrı mesele.
Bütün Türkiye'de boydan-boya binlerce evliya yatar. Kimi bir dağ başındadır. Dağ başındaki evliyaların etrafında yaz günleri adeta bir bayram havası eser. Bütün civar kasaba ve köylerin halkı evliyaların etrafında toplanır.

Hemen her evliyanın kendisine has adakları, hikmetleri vardır. Kimisine kadınlar entarilerinden parça koparıp bağlarlar. Bu evliya çocuk verirmiş!
Kimisinin türbesine tuz koyarlar: Ağız tadı için!
Kimisine yemek dökerler, bereket içindir!
Kimisine para atarlar, "Borcların edası" içindir...


Fakat en yaygın adak mumdur. Bilhassa İstanbul evliyaları arasında hemen hemen mumdan başka şey adanan evliya yok gibidir. 
İstanbul'un en meşhur evliyaları şunlardır. Eyüp'te: Eyüp Sultan, Zeyrek'te Fatih'in sekbanları, Beşiktaş'ta Tuzbaba, Bakırköy'de Zuhurat baba, Cihangir'de Molla baba, Sargüzel'de Yediemirler, Çemberlitaş'ta Tezveren dede, Anadolukavağı'nda Yuşa Hazretleri'dir.
Bunların içinde en meşhurları da Eyüp Sultan ve Yuşa Hazretleri'dir.


Eyüp Sultan'a mum adandığı gibi güvercinlere mısır adanır. Yuşa hazretlerinin en büyük hikmeti çocuksuz ailelere çocuk verdiği rivayetidir. Çocuk isteyen aileler minyatür bir salıncak yapıp içine taş korlar. Fatih'in sekbanlarının türbesinde kiremit parçasını duvara bastırırsınız. Kiremit duvara yapışırsa niyetiniz olur. Bunu biz söylemiyoruz halk buna inanmış.
İstanbul'daki evliyaların sayısı tam olarak bilinmiyor -Herhalde maaş almadıkları için olacak-. Ama tahminlere göne 300 kadar tutuyormuş.


Evliyalara en çok mum perşembe akşamı -eskiler buna cuma gecesi diyorları- yakılır. En tanınmış evliyanın türbesinde perşembe gecesi rahat-rahat 30-40 mum sayabilirsiniz. Bu rakam sair günler 5-10 arasındadır. Ortalama olarak her evliyaya günde 15 mum düşüyor. 
Hani, insana 15 mum hiçbir şeymiş gibi görünüyor. Ama hesaba vurdunuz mu bu 15'er mum yılda 1.500.000 mum ediyor.
1.500.000 mum 225 bin lira tutuyor. Fazlası var eksiği yok. Yanı her yıl evliyaların herbirine 1.000 liralık mum yakıyoruz.


Bir mum normal olarak 15 santim tutuyor. 1.500.000 mumu ucuca eklediğimiz zaman 225 kilometrelik bir mum sütunu haline gelir. Be uzunluk Beyazıt kulesinin 5000 tanesinin uzunluğuna eşittir. 1.500.000 mum ağırlık olarak 45 ton yapar, normal bir kamyon bu mumları ancak 10 defada taşıyabilir. Bu hesap böylece uzayıp gider. Daha bir yığın mukayese ile birçok değişik neticeye varabiliriz.

Evliyaların en ehli keyfi muhakkak ki Manisa'daki Ethem dededir. Bu dededen bir niyetiniz oldu mu, ilkin onu söylersiniz sonra da:
-"Ethem dede, Ethem dede, gömleği keten dede. Bu muradım olursa sana 40 göbek atam dede! 20'si peşin, 20'si veresiye!.." dersiniz ve 20 göbek atarsınız. Ama evliyaların sayesinde asıl göbek atanlar mumcular!..


İsterseniz şuracıkta birlikte murat edelim. Eğer bu adak hastalığından kurtulursak Eyüp Sultan'a 10 mum benden. Helal olsun.

'Benim meskenim...'

"Dün Asliye Ceza Mahkemesi'nde tam bir seneye mahkum edildim... Manen ne halde olduğumu tasavvur edebilirsin. Tam bir sene, tam 365 gün hapishanede yaşamak, arkadaşların yardımıyla karın doyurmak ve çıktıktan sonra ne olacağını bilmemek..."
8.1.1933 Ayşe Sıtkı'ya yazdığı mektup
"Benim mesele senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdiler.
Geçen sene Mayısında falanca yerde Gazi'yi ima ile telmihen tahkiri (hakareti) tazammum eden (içeren) bir şiir okumuştu dediler. Adli safahat (evreler) lehimde olduğu halde müddeiumumi (savcı) yaranmak için mahkumiyetimi talebetti. Temyiz davayı aleyhime naksetti (geri çevirdi), cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yattım. 11 ayım kaldı demektir..."
Ayşe Sıtkı'ya yazdığı bir diğer mektup.


Bugün daha da kötü sanki... Sabahattin Ali'nin mektuplarının olduğu 'Filiz hiç üzülmesin' kitabını andıktan sonra onun şiirini Sezen Aksu'nun sesinden dinleyelim. Dağlardır dağlar...