Tuesday 18 December 2012

'Beterin beteri'nin canı can değil mi!..


“Öyle deme beterin beteri var.”
Dünyanın herhangi bir yerinde, 
karşısındakini teselli etmeye çalışan
 'güzel insan' kategorisine koyacağımız 
kişilerin sarfettiği moral cümlesi. 
İlk olarak bir Türk'ün kullandığından şüpheleniliyor.


Bazen içiniz sıkılır, sebebini bilmediğiniz bir şey oturur içinize. Nefesiniz daralır. O an cigerlerinizi tamamen doldururcasına derin bir nefes alırsınız ama yetmez.
Pencereye yönelirsiniz, pencereyi açarsınız. Kış mevsimiyse soğuk yüzünüze çarpar. Tekrar nefes çekersiniz ama soğuk ya, doyamazsınız. Yine yetmez. Nefesiniz kesilir. (Burada bir nostalji notu, eskiden pencereyi açınca bir de kömür kokusu alırdınız kışın, şimdi doğalgaz yüzünden o da yok. Çevre dostuyumdur ama koku hafızası iyi bir şey, elimizden gitmeseydi, kömürün doğaya zarar vermeyecek şekilde yakılmasını bulurdu bu bilim insanları).
Bir süre sonra olmayacağını anlayıp üşüdüğünüzle kalarak geçersiniz içeriye. Bu kez vakit geçmez. Teoride 60 saniye süren 1 dakika, pratikte uzun zaman alır. Aslında aceleniz olmaması gerekir ama o ruh halinden zamanla kurtulacağınızı düşündüğünüz için zamanın hızlı geçmesine ihtiyacınız vardır. Geçmez ama işte. Öyle de pis bir şeydir Murphy kanunları, hiç sektirmez, tıkır tıkır işler.
Bu o kadar kötüdür ki, sıkıntınızın ne olduğunu -çözümü olmasa bile- bilseniz sanki içiniz rahatlayacaktır. “Neyim var benim” der durursunuz. “Derdim ne acaba, içimi sıkan, nefesimi daraltan şey nedir?” Ah bir bilseniz cevabını, birine açılıp derdinizi anlatacaksınızdır. Açıldığınız kişi de “Boşver takma kafana hem beterin beteri var” diyecektir, sizi rahatlatmak adına.
Ama bu cümleyi duymak için sunacağınız 'dert' yok ortada. Niye bulamıyorsunuz peki derdinizi? Umduğunuzdan çok derdiniz var diye olabilir mi? Belki de sandığından çok şey sizi sıkıntıya sokma potansiyeli taşıyordur.
Açmak lazım bunu.

İşte gidiyorum, bir şey demeden
Öyle ya da böyle bu hayata isteğiniz doğrultusunda gelmiyorsunuz. Çevrenizi seçerek de bu yola çıkmıyorsunuz. Belli bir yaşa geldikten sonra yolunuzu çizmeye başlıyorsunuz. Aldığınız eğitim, bulunduğunuz çevre, iç dünyanız kararlarınızı etkiliyor. Bütün bunlar yaşanırken de tek başınıza değilsiniz elbette. Hayat yolunu beraber yürüdüğünüz, uğruna zamanı geldiğinde endişe duyduğunuz, kimi zaman da onların sizin için endişe duyduğu kişiler var. Aileniz, akrabalarınız, eşiniz, dostunuz, sevgiliniz, tanıdıklarınız, vs...
Bu kişilerle ne kadar içli dışlı olduğunuza bağlı olarak sizin de yaşadığınız hayat sayısı kadar artıyor.

Her şeyi bilmek zorunda mıyız?
Misal sevgiliniz varsa, onun ailesi, arkadaşları, huyu-suyu, zevkleri-renkleri hayatınıza girip, kafanızın bir köşesine yerleşiyor. O konulara dair de düşünmelisiniz artık. Ailesine dair anlattığı şeyleri dinlerken, o konu açılınca önceki konuşmaları hatırlatıcı sözler sarfetmenin yanı sıra siz de kendi hayatınıza dair detayları ona sunmalısınız mesela. Bu arkadaşlarınız ya da hayatınıza giren başka kişiler için de geçerli.
Aileniz ise 'zorunlu arkadaşınız'. İsteyip istemediğinize bağlı olmaksızın hayatlarının bütün detayları sizin kafanızda. Bilmek zorundasınız ve en önemlisi o konularda yaşanan sıkıntılarda bir şeyler yapmanız gerekiyor. Ne kadar çok kişi olursa, bilmeniz gereken, dinlemeniz gereken, uygulamanız gereken, üzülmeniz-sevinmeniz gereken şeyin sayısı artıyor.
Gereken” diyorum çünkü bu bir seçim değil, zorunluluk! Bu hayata başlarken borçlu çıkıyorsunuz yola. Sizi bu dünyaya getirenlere karşı sorumluluklarınız var elbette. E size karşılıksız bir sevgi sunuyorlar, sevmemenize de razılar ama sevseniz ne olur? (Soru değil yakarış...)
İşte bu sizin hayatınızda hali hazırda varolan ve sonradan hayatınıza dahil olan topluluk, sizin içli dışlı oluş şeklinize göre hayatınızı etkiliyor.


Benim dengemi bozmayınız! 
Endişeden bahsetmiştik oradan yürüyelim. Burada tarihe de not düşüyorsam bir anlamda kendime dair konuşabilirim. Son zamanlarda yazının başında bahsettiğim ruh halini yaşıyorum. Var bir sıkıntı ama nedir bilemiyorum. Mesela yakın dönemde üzüldüğüm, endişelendiğim şeylere bakıyorum. Kızkardeşim, annem, babam, iki yeğenim, bir kısım akrabam, bir kısım arkadaşım ve kendim olmak üzere pekçok konuda endişe duymuşum. Öncelik sıraları o dertlere alışmam ya da önemini yitirmesine bağlı olarak değişmiş. Ama hepsi bir şekilde beni meşgul edip, mutsuzlaştırmış. Sonuca baktığımda ise neredeyse hiçbirinin çözülmediğini görüyorum. Elimde tek bir avuntu kalıyor bu noktada işte: Beterin beteri vardır...

Zalım insanoğlu
Galiba bana insanoğlunun en kötü özelliklerinden biri olan 'başkasının kötülüğünden memnuniyet duyma hali'nin doğal sonucu olan “Beterin beteri vardır” cümlesini kuracak 'ademoğlu'na ihtiyacım var. İnanmasam da birinin bana bunu söylemesi gerekiyor. Yoksa bu nefes darlığı bitmeyecek... 
Aslında 'beterin beteri vardır' insanlarına da eğilmek lazım. Düşünsenize her halükarda bir 'beterin beteri var' durumu ortaya çıkabiliyor. İnsan kendi dertlerini başkasınınkiyle kıyaslıyor ve kıyasladığının daha kötü olduğunu anlayınca rahatlıyor. Çünkü 'en beterin' kendisi olmadığını anlıyor.
Peki ya 'beterin beteri' olduğuna karar verilen, yani 'en beteri' ne yapsın? Ya da ona bir şey olursa biz ne yapacağız? Kiminle avunacağız? 


Sezen Aksu-On ay. Müteveffa Onno Tunç'un bir bestesi. 
Her gün daha fazla hayran oluyorum Tunç'a. 

Üstteki karalama, 10 Aralık'ta yazdığım yazının ruh halinin devamı biraz da. Etrafımdaki dertliler azalırsa galiba ben o zaman rahatlayacağım. Ama bunun için de zaman gerek. 
O da uzun yıllar sürecek gibi. Beklemekten başka çarem olmadığını söylüyorlar, 
ben de söz dinliyorum...