Friday 7 December 2012

Erişemediğim ciğere 'hayranlık' duyarken...

"I call architecture frozen music." 
Johann Wolfgang Von Goethe


Gece bir başka güzel görünüyor Braga Stadı. Mimarı Eduardo Souta de Moura. Hakkında bilgi için buyrunuz.

Yaptığım mesleği sevsem de içimdeki uktedir mimarlık mesleğine o ya da bu nedenle erişememiş olmak. Bu saatten sonra -aslında saati yok böyle şeylerin ama artık bir yola girdim gibi- mimarlık için sıfırdan eğitim almam biraz zor. Onun yerine ben hobi ve hayranlık olarak bu alanla ilgilenip kendimce eksiğimi kapatmaya çalışıyorum. İnsanların yaratıcılıklarının en somut şekilde sunulduğu alanlardan biri olduğunu düşünüyorum bu mesleğin. Diğeri de elbette müzisyenlik ve yazarlık.
Müzisyenliğe olan hayranlığımı her anımda dinlediğim müzikle zaten kendi kendime gösteriyorum. Bazen de twitter üzerinden şarkı paylaşarak beğenilerimi aktarıyorum, olur da seven çıkar diye...
Mimarlık ise bambaşka bir şey. Asla erişemeyeceğim ama hayranlığımın hiç azalmayacağı bir alan. Çünkü başaramayacağımı düşündüğüm bir şey, o yüzden bu işin ustalarına haset bile duyamıyorum. Ağzım bir karış açık şekilde eserlerini inceliyorum onların...
Bu konuda internetin nimetlerinden sürekli faydalanıyorum. Saatler boyunca incelediğim Gaudi'nin eserlerini günün birinde kanlı canlı görürsem, turistlere gezdirebilecek kadar bilgi sahibi olduğumu düşünüyorum. İşin abartısı elbette ama birçoğunun ufak hikayelerine dair kulağıma çalınan şeyler oldu internet vasıtasıyla. Zaten 'La Sagrada Familia'yı eğer görme fırsatım olursa, Gaudi gibi onu incelerken tramvay altında kalırım diye korkmuyor da değilim hani...

İnceleme inceleme üstüne
Günlerimi ayırıp sadece dünya çapındaki eski binaları, haftalarımı ayırıp 'Tarihi Yarımada' ve Beyoğlu'ndaki binaların cephelerini incelediğimi biliyorum. Bunlar benim halihazırda zaten vakit buldukça daha yaptığım şeyler. Ama gazetecilik mesleğinin bana en büyük getirisi olarak bazen işte dünyanın kimi yerlerini gezme fırsatına erişiyorum. Nereye gideceksem ilk olarak önemli yapıları ve tarihi yerlerini araştırıp öğreniyorum. Kiminin zaten görülmesi gereken binalarını önceden bilmiş oluyorum ilgimden ötürü.
Bunun son örneği Braga oldu. Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'nde ikinci tura yükseldiği maçı yerinde izledim. Ama Allah biliyor sizden de saklamayacağım, Braga'ya gideceğimi öğrendiğimde Şampiyonlar Ligi maçı izleyecek olmak aklıma bile gelmedi. Kafamdaki tek düşünce 'o stat'ı görmekti. Ne yapayım varlığından haberdar olduğumdan beri öyle bir amacım vardı.

İlk bakış heyecanı
Kanlı canlı gördüğümdeki heyecanımı anlatamam. Mimariye duyulan hayranlık herhangi bir şekilde anlatılacak cinsten değil. O yüzden “Amma saçmaladın, alt tarafı dağ başında bir stat” söyleminde bulunacak olanlara bir cevabım yok. Zaten stada gelen pekçok muhabir de stada buna benzer 'övgü'lerde bulundu. Akıllarında da müsabaka vardı, heyecanını yaşıyorlardı. 
Onları bir kenara bırakayım, deli gömleğimi üzerime giyeyim ve stadı anlatayım size.
Braga Belediye Stadı 2003 yılında yapımı tamamlanan ve dağın eteğine konuşlanmış bir futbol sahası. Mimarı Portekizli Eduardo Souto De Moura. Bu abimiz mimarlığın en prestijli ödülü olan ve 1979'dan beri her yıl verilen Pritzker mimarlık ödülünün 2011 yılındaki sahibi oldu.
Stat şehir merkezine yaklaşık 2 kilometre uzaklıkta. Ancak arabayla gittiğimiz ve otobanı geçtiğimiz için yaya yolu parkurunu keşfedemedim. Ama Carlos Carvalhal'in söylediğine göre şehir merkezinden 15-20 dakikalık bir yürüyüşle stada varılıyormuş.



Karşıda görünen tribünün hemen yanındaki 'L' şeklindeki betonarme yapı, olası çökmeye karşı emniyet için mi yoksa stat inşa edilirken destek için mi yapılmış bilemiyorum. Tribünün çatısının izdüşümüne denk geliyor ucu...  

Üç tarafı dağla çevrili stat
Stadyumun üç tarafı dağ ve kayanın içerisinde yer alıyor. Sadece bir tarafı açık. İki kale arkasında tribün yok. Maraton tribünü dediğimiz sahayı boylamasına kateden tribünler mevcut sadece. Kapasite yaklaşık 30 küsur bin. Bu iki maraton tribünü birbirine çatılarından halatlarla bağlı. Tabii bu sadece çatı için geçerli zannedersem. Tam olarak mühendislik açısından önemini anlatacak teknik bilgim yok. O konuyu en iyisi tarihçilere ve mühendislere bırakalım!
Dağa sırtını yaslamayan tribünden stada girecekseniz 'düz ayak' olarak zeminden giriş yapıyorsunuz. Bildiğimiz İstanbul'da, İzmir'de, Ankara'da, Yozgat'ta vs.'deki statlar gibi. Ama sırtını dağa yaslayan tribün inanılmaz!
Öncelikle bu tribüne varabilmek için yaklaşık 600-700 metrelik bir yolu patika olarak çıkıyorsunuz. Tabii eğer arabanız yoksa. Arabalıysanız otopark hemen girişin yanında.
Yaya olarak çıktığınız bu yol asfaltı olan bir orman yolu. Ağaçların arasından loş ışıklar içerisinde yürüyorsunuz. Eğim yüzünden biraz yoruluyorsunuz elbette. Aceleniz varsa tıknefes olabilirsiniz dikkat.


Stadın bir tribününe çatısından giriş yapıyorsunuz.

Beleştepe atmosferi
Ve yol bitince görünen manzara: Sanki İstanbul'a Beyazıt Kulesi'nden bakar gibisiniz! Braga Belediye Stadı ayağınızın altında. Böyle bir şey daha önce görmemiştim. Tahayyül etmeniz açısından İnönü Stadı'na Beleştepe'den girdiğinizi düşünün diyerek betimleme yapabilirim. Stada neredeyse çatısından adım atıyorsunuz. En üst sıradan aşağıya doğru. İnsanın aklı almıyor, müthiş.
Zaten tribündeki yerinizi aldıktan sonra da detayları incelemeye çalışıp insanoğlunun kafasını çalıştırdığında ne kadar iyi şeyler yapabildiğine dair hayretinizin farkına varıyorsunuz.

Arzın merkezine yolculuk
Maç bitince basın mensuplarının gittiği basın toplantı odası yerin 3-4 kat altında. Yavaş yavaş merdivenleri iniyorsunuz. Asansörler de mevcut ama maç çıkışı kuyruk var. Bu esnada stadı boşaltmak isteyen insanlar da merdivenleri tırmanıyor. Tersine göç var bu tribünde!
Basamakları inerken boşluklar dikkatinizi çekiyor. Stat sırtını dağa verdiği için mimar ve mühendisler şovlarını yapmışlar. Dağın heybeti sizi karşılıyor. Kazıklar çakılarak sabitlenen kayalar tepenizden bakıyor. Ürkmüyorsunuz çünkü hülyalara dalmışsınız. Büyük bir sanatla karşı karşıya olduğunuzu görüyorsunuz.


Görüntüye sadece hayranlık duyabiliyorsunuz. 

Sonra İstanbul'a geliyorsunuz Haliç'e kondurulan köprüye bakıyorsunuz. İspanyol dahi mimar Santiago Calatrava'ya zamanında çizdirilmek istenen ancak istediği fiyat pahalı bulununca yerli mimarlara yaptırılan, hafif tabirle 'çirkin' köprüye bakıyorsunuz ve “Kaç fırın gerek o kalibreye ulaşmamıza” sorusuyla uykuya dalıyorsunuz.