Sunday 2 June 2013

Taksim, bir meydan midir?


Guzel insan, buyuk gazeteci Yigiter Ulug'un 
2005 yilinin aralik ayinda Vatan Gazetesi icin kaleme aldigi yazidan...  
Orhan Pamuk’un son kitabı “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” okuyana küçük tatlı bir oyun oynama fırsatı veriyor. Kitabın sayfalarına dağılmış resimleri, dostlarınıza gösterip, “Bil bakalım, burası neresi?” diye sorma ve o, siyah beyaz karenin karşısında biraz şaşkın, biraz sıkıntılı anlar yaşarken sizin keyiflenme şansınız var.
Çoğu 50’li ve 60’lı yıllarda çekilmiş fotoğraflar içinde beni en çok zorlayan, 109. sayfadaki oldu: Taksim Meydanı’nın 50’li yılların sonundaki halini gösteren bir kare... Bugün The Marmara Oteli’nin yükseldiği adayı karşıdan, Taksim Gezisi’nin merdivenlerinden çekmişler. Üç-beş katlı birkaç küçük bina, en büyüklerinin üzerindeki “Osmanlı Bankası” ışıklı panosu, yapının banka olarak kullanıldığını anlatıyor. Taksim’den ziyade, Ankara’dan mütevazı bir köşe gibi sanki...
İstanbul’un en büyük, en işlek ve en çok bilinen meydanının, yıllardır dökülen bunca paraya ve uygulanmaya çalışılan bunca projeye karşın, bir türlü“tam bir meydan” olamamasının sırrını o fotoğraf sayesinde çözdüm sanıyorum… Neden Taksim, bir Concorde, bir Trafalgar, bir San Pietro olamıyor? Niçin insanın içini üşüten bir büyük ve sevimsiz boşluğun ötesine geçemiyor? Çok yakın bir geçmişe kadar gerçek bir meydan olamamış da ondan! İnşaatı bir türlü bitmek bilmiyor Taksim’in… Ne yaparsak yapalım, tamamlanamıyor… Yıllarca kışla bahçesi olmasının getirdiği şekilsizlik ve ıssızlıkla eski Demirperde başkentlerinin insanı sinek yerine koyan devasa meydanlarını andırıyor. AKM ve The Marmara hariç, meydanı kuşatabilen, onun boşluğuna kol kanat geren hatırı sayılır bir yapı yok. Öyle olmayınca ortasına kondurulan, anıtlar, heykeller de kaybolup gidiyor.
Aydın Boysan, bir kitabında meydan tanımlaması yaparken, “İnsan, bir ucundan bir ucuna seslendiğinde duyurabilmeli” demişti. Ne kadar doğru…




Banksy'nin hayalindeki gibiydi...



Taksim Gezi Parki'nda alevlenip Misak-i Milli sinirlari icerisinde neredeyse her noktayi saran protesto dalgasina dair soylenenler birbirinin karbon kopyasi gibi -burada tabii menfaatleri ugruna yapamayacagi hicbir sey kalmamis olan kimi 'gazeteci/basin mensubu'nu disarida tutuyorum-.
Bunun nedeni herkesi ayni paydada bulusturan tepki gibi, gorunenin de ayni sekilde degerlendirilmesi. Bir anlamda 'ortak akil' diyebilecegimiz bir sey. Pazartesi, Carsamba, Persembe, Cuma ve Cumartesi gunleri olay yerindeydim. Bulundugum yerler guvenliydi genelde o yuzden biber gaziyla fazla hasir nesir olamadim ancak olanlarin cektigi aci icten ice benim de canimi yakti. Beyoglu'ndaki gaz bulutunu gordukce o bulutun altinda aci cekenler icimi yakti. Ama cesaretlerine ve azimlerine de hayran kaldim. Zira bir kisi bile azalmadan direndiler hem de hicbir taskinlik yapmadan (Taskinlik dedigim agiz aliskanligi, her canlinin bir kaynama noktasi var. Tek suclu vardir, onu yazinin ilerisinde 'malumun ilami' seklinde anlatacagim zaten).

Protestolarin pasif direnis seklinde gecmesinin de bir mesaji var. Taksim Gezi Parki'ndan baslayan protestolar sonrasi meydanlarda gorulen kalabalik icin "Kategorize etmesi zor" demekte beis gormemistik. Gercekten de deyim yerindeyse 'her cins' insan vardi meydanlarda. Daha once hicbir sekilde herhangi bir sey icin sesini yukseltmemis, sokaga inmemis, bir anlamda da 'facasini bozmamis' kisiler gorduk sokaklarda. Ama betimleme acisindan tepedeki resim uygun dusuyor. Banksy'nin 'protestocu' stencili bunu cok guzel anlatiyor. Cicek atan protestocu! Gercekten kitle boyleydi... Tabii bunun mesaji insanlarin 'artik yeter' noktasina gelmesi. Bu protestonun '3-5 agac' meselesinden cok daha fazlasi cok daha eskisi cok daha derini oldugunu anlatmayalim tekrar tekrar.

Her insanin bir kaynama noktasi vardir...
Insanlar 'gorulmemekten, duyulmamaktan, dinlenmemekten' biktilar artik. Son kertede de sokaga inip seslerini duyurdular. (Burada bir parantez, protestolara dair 'eylem tecrubesi yuksek' muhabirlerden Ismail Saymaz'in twitter mesajlari ve Radikal izlenimleri guzel bir rehber olacaktir).
Butun bunlara mukabil polisin bu tecrubesiz kitle karsisindaki 'siddetini' de anlamak mumkun degil. Sadece biber gazi yediginde nasil kurtulurdan baska hicbir seye kafa yorup cozum uretmeye ihtiyac duymayan bir kitleye 72 saat iskence yaptilar. Basbakan'in aciklamalariyla gerginlesen ortam sonrasi meydana gelen 'savas ortami'ndan ise kesinlikle protestocular sorumlu degil. Tek suclu bana ve ulkemiz halki ve hatta dunya basini/kamuoyuna gore polis oldu. Kimin polisi olduklarini bilmiyoruz ancak bizim polisimiz olmadiklari kesin. Bu kadar insan dusmani kisilerle herhangi bir ortak paydada bulusmak istemem dogrusu.

Basbakan'in siyaset hayati boyunca en 'kafasi karisik' konusmayi yapmasina yeten bu eylemler ise ulkemiz adina tarihi bir donum noktasi belki de. "Birazdan biter, yorulurlar" denilen her an insanlar direndiler ve istediklerini almadan bir yere gitmeyeceklerini dosta dusmana gosterdiler. Artik halk olarak biz, bizi dinlemeyen, fikirimizi yok sayan, bizimle dalga gecen, bizi umursamayan insanlar istemiyoruz.

Degisim ruzgarlari
Kitle degisiyor. Bunun karsisinda durmak mumkun degil. En uc ornek olarak ekleyelim, artik begenin begenmeyin dunyaya kayitsiz dediginiz 'hipsterlar' bile seslerini yukseltiyor. Dunyayi izliyoruz ve sinirlarimiz disinda olan biteni takip ediyoruz. Ve iyi olarak gordugumuz seyleri -insanca, dostca. medenice, cevreye saygisi olan, hosgorulu sekilde yasamayi- istiyoruz. Ve galiba bu istegi elde etmeden o meydanlari terk etmeyecegiz.


Konuya dair guzel yazilar var:
The Atlantic: http://www.theatlantic.com/international/archive/2013/05/protests-show-turks-cant-tolerate-erdogan-anymore/276447/
The New Yorker: http://www.newyorker.com/online/blogs/newsdesk/2013/06/occupy-taksim-police-against-protesters-in-istanbul.html


Icimde kalmasin: Basin parantezini de ekleyerek tamamlayayim. Cogu gazeteciye tepki var. Ama insanlarin kizacaklari noktayi iyi belirlemeleri gerekiyor. Meydandaki muhabire bagirmak, bilgisayar calismiyor diye monitoru kirmak gibi bir sey. Bilgisayarin calismamasi monitor olmaz hicbir zaman. Monitor kendisine verileni gosteri, ne verilirse... Sokaktaki muhabirler de yayimlanabildikleri kadarini verebiliyorlar. Ya da soyle diyelim, yayimlandiklari kadar varlar. Aslinda sizin gorduklerinizi gorseler de yayimlanmadiktan sonra bir anlami yok. Kizmak icin daha ust basamaklara cikmak gerekiyor. Bu ulkede yapilabilecek zor meslekler arasindaki gazetecilige gonul vermis cogu insan isine saygili ve sorumlugunun bilincinde. Ama kudretimiz bir yere kadar... Umarim bu da degisir bir gun.

Wednesday 29 May 2013

Bir devlet politikası olarak 'Alevi düşmanlığı'



Dış dünyaya gözlerinizi açıp, radarlarınızı o yönde yaşananlara biraz yönelttiğiniz anda yaşadığınız topraklardaki 'falsolar' bir bir gözünüze çarpıyor.      
Doğu toplumlarına has 'tekadamlık' her alanda (siyaset, spor, iş dünyası...) kendisini gösterirken, tebaalarının bu kadar kendilerine destek vermesi sonucu her alanda daha da tahammülfersa adımlar atıyor muktedirler.
Uzun süredir Fenerbahçe'yi yöneten Aziz Yıldırım ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan benzer şekillerde ülkesinde yaşayanlara ve sempatizanlarına 'kulak asmadan' icraatlarını sürdürüyor.
Çünkü ikisi de biliyor ki kendilerinden nefret edenler kadar kendilerine koru körüne bağlı bir kitle var. O yüzden kendilerine bağlı olanlarının -fanatiklerinin- varlığıyla pervasızca hareket ediyorlar.
Son icraatlar: Fenerbahçe Cumhuriyeti'nde Başkan Aziz Yıldırım "Kovdum" diyerek Aykut Kocaman'ın takımdan gönderildiğini söyledi.
Türkiye Cumhuriyeti'nde ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Taksim Gezi Parkı'ndaki ağaçların kesilmesini protesto eden insanlara, "İstediğinizi yapın biz kararımızı verdik" diyebiliyor.
Tamam, bizi umursamıyorlar. Peki mesajları kime?
Aziz Yıldırım'ın konuşulmaya değer olduğunu düşünmüyorum zira herkesin Fenerbahçesi kendine. Kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın, senin Fenerbahçe ile kendince kurduğun bağ zaten değişmeyecektir. Günün birinde Aziz Yıldırım da gidecek sonuçta...
Ama Türkiye toprakları içerisinde yaşadığımız, varımız yoğumuz, en olmadı köklerimiz burada olduğu için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın söylemlerine kafa yorabiliriz. Sonuçta bunlar bizi bağlıyor.

Kartal Devlet Hastanesi, Yavuz Sultan Selim Hastanesi olunca...
2002 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti'nin 'en yetkili' kişisi olan Erdoğan, son icraatını yaparak bir Osmanlı Padişahı, bir İslam Halifesi edasıyla 3. köprü açılışını yaptı. Tarih olarak da sembolizme kafayı takmış bir iktidar olduklarından İstanbul'un Fethi'nin yıldönümü olarak 29 Mayıs'i seçtiler.
Kesilecek ağaçlar zaten kendisi için önemli olmadığından, Başbakan mesajlarına devam ederek Başkanlık sistemi olmasa da birnevi Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe taraftarına yaptığı gibi 'tekadamlık'ıni haykırırcasına hareketlerde bulundu.
Gezi Parkı için "Biz kararımızı verdik ne yaparsanız yapın" diyen Erdoğan ile taraftarına "Oğlum isterseniz kıçınızı yırtın, ben ne dersem o olacak" diyen Aziz Yıldırım arasında pek bir fark yok yönettiği kitlenin mensuplarına tavırları gözönüne alınınca.
İkisinin de umurunda değiliz.

Sunniler hep kayiriliyordu ama...
Başbakan bizi umursamıyor ama umürsadığı bir kitle var mı acaba?
Uzmanlara göre var. 3. köprüye verilen isimde mesaj net: Yavuz Sultan Selim... Dahi Hükümdar olarak adlandırıldığına kimi kaynaklarda şahit olsak da Selim'in asıl dünya tarihine geçmesine neden olan hareketleri ve butun kaynaklarda mutlaka yer alanlari elbette ki fetihleri ve katliamları. Bu katliamların önemli kısmının hatta ezici çoğunluğunun ise 'Alevileri kılıçtan geçirmek' olduğunu da saklamak mümkün değil. Yaptiginin zulum oldugu konusunda 'aykiri' beyana rastlayamiyoruz. "Ama su yuzden yapti" da gecerli ve yeterli bir sebep degil bu arada.
Peki aslında 'reddi miras' yapılması gereken bu tavırlara neden bir ülke sahip çıkar ve ülkesinde yaşayan vatandaşlarına bu anıları hatırlatır?
Misal İstanbul'da yaşayan Alevi vatandaşların önemli bir kısmının ya da tersinden söylersek orada ikamet edenlerin önemli bir kısmının Alevi olduğu Kartal'da neden Devlet Hastanesi'nin adı birkaç sene önce 'Yavuz Sultan Selim Devlet Hastanesi' olarak değiştirilir? 
Bu eylemin ardından açılım yapılsa da bunların göstermelik olduğunu zamanla anladık. Üçüncü köprünün yapılacağı alanın bir kısmı ise Sarıyer ilçesi sınırları dahilinde. Bu ilçe de genelde Karadenizli insanların yaşadığı bir bölge. Karadeniz'de pek Alevi olmadığını söylersek burada Başbakan'ın başka bir yere mesaj verdiğini söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz günlerde açıklanan bir raporda Türkiye'de Sünnilerin kayırıldığı açıklanmıştı. Araştırmayı (BBC Turkce, 21.5.13 / Ilhan Tanir / http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/05/130521_dini_ozgurlukler_raporu.shtml) ilk okuduğumda "Yeni mi öğrendiniz, günaydın" diyesi oldum ama şimdi dönüp bakınca rapor anlam kazandı benim için.
Bir süredir Suriye'de devam eden karışıklık / savaş / katliam / dramın gelecekte yaratacağı sıkıntılardan bahsedilirken ana konu 'Alevi-Sünni' çatışmasının yakınlarda bolgeyi saracagina gelip dayanıyordu. Tabii bu çatışmanın yanıbaşımızda olmasından ötürü Misaki Milli sınırları içerisine sıçramasının kaçınılmaz olduğu da dillendiriliyor. Uzmanlar ve analistlerin bu tahminleri günden güne hızla ilerlediğimiz bir buhranı haber verirken köprü temel atma törenindeki seçimle Türkiye bir kez daha tarafını seçmiş oldu. Türkiye yine nerede durduğunun bir önemi olmaksızın safını 'Alevilerin karşısındayız' olarak belirledi. Yani olasi catismada -Allah korusun- kopruye adini vererek mirasina sahip cikan Turkiye Cumhuriyeti hukumetinin, icraat olarak da Yavuz Sultan Selim'in devamini yapmayacaginin garantisini kim verebilir? Ulke tarihimizde ayiplarimiz saymakla bitmezken, yaptigimiz tek sey gecmis icin ozur dilemek yerine, mirasimizi sanli bir tarihmis gibi sahiplenerek 'sopa' olarak yeni nesillerin tepesinde tutmak oldu.
Anlaşılan yıllar geçtikte bazı şeyler hiç değişmeyecek. Devlette devamlılığın esas olduğu söylenir. Demek ki sözkonusu nefret olunca da devamlilik esasmis! 
Alman General Otto Van Bismarck'in unutulmaz sözü zaten siyasetçileri neden sevmememiz gerektiğini bize anlatıyordu da bugün bir kez daha hatırlamanın zamanı olduğunu düşünüyorum: "Sosis ve siyasetin nasıl yapıldığını bilenler geceleri rahat uyuyamazlar..."
Bu kadar 'kin dolu ve yönettiği kitleye düşman gibi davranan' kişiler rahat uyuyamıyordur umarım. Tek yapabildigimiz bunu ummak zira.

Tuesday 14 May 2013

Twitter tedirginliği



Sosyal medyanin gucunun her gecen gun daha da artmasi her seyi gorunur kilsa da gorunenin ne kadar dogru oldugu konusunda tartismalar eszamanli olarak devam ediyor. Haber bulteni anonsu gibi gelen ilk cumlenin ardindan normal sokak agzina donelim: Twitter'da herkes her istedigini soyluyor da kimin ne kadar dogru soyledigini nerden biliyoruz hafiz? 

Hatirlarsiniz 'internet'in yurdumuz topraklarina firtina gibi giris yapmasini takip eden yillarin ardindan e-mail hayatimiza dahil olmustu. Siberalemde yer isgal eden onlarca mail, haberlere, yazilara, sohbetlere konu olmustu. O gunlerin yukselen degeri 'Forward mail' nedeniyle olusan bilgi kirliligi onarilmasi guc bir bilgisizlik ortamina yol acti.


Butun bu mail nostaljisinin sebebi olayi 'twitter'a baglamakti. Zira twitter'da da benzeri sehir efsaneleri yahut konuyu saptirmak adina ortaya atilan seyler goruyoruz. Ve meslegimizi etkiliyorsa uzuluyoruz -bu uzulme konusuna biraz sonra gelecegim-. 

Eskiden mail trafigi gunun belli saatlerinde olurdu ve acikcasi sacma sapan bir mail gorurseniz bunu "Ne sacma" deyip gecerek gununuze devam etme sansiniz vardi. Genelde sabah seansinda yasanan bu seyin ardindan bir sonraki mail seansina kadar normal sekilde bilgi akisiniza gore hayatinizi surdurur istediginizi alir ya da bilginin pesinden isteginiz varsa kosardiniz... 

Ama artik twitter var. Ozellikle Arap Bahari'ndaki etkisi yadsinamaz bir gercek olan twitter ulkemizde biraz farkli kullaniliyor. Avrupa'nin ardindan gelip populer olan her sey gibi twitter da su siralar 'suyunun cikarilmasi' donemini yasiyor. Ipe sapa gelmez yazilar, hashtagler zaten butun dunyanin sikinti cektigi ve zaman zaman sorguladigi konular.

Turkiye'deki baska. Tipki 'yanlis bilgi iceren' mailler gibi twitter uzerinden yayilan bazi haberler de sasilacak derecede 'sorgulanmaksizin' kabul goruyor. 

Yeni model kanayan yara: Goygoy!
Peki nasil oluyor da yanlis bilgi ortaya yayiliyor ve bu kadar kabul goruyor? "Toplumumuzun egitim seviyesi vs..." diyebilecek kadar ust tahsile sahip biri degilim. O konuya giremem, ben sadece kendimden mesulum. Baska insanlari yargilama hakkim yok. Nedenlerine de isi bilenler baksin. Ama ortada bir yanlis oldugu kesin.

Mesela toplumsal olarak tepki goren ya da herkesin konustugu olaylarda bilerek/isteyerek yonlendirme yapan insanlar var. Yillar once meydana gelmis bir olaya ait resmi, o gun olmus gibi son dakika gecenler oluyor. Bir kisim buna kayitsiz sartsiz inanip tepkisini artiriyor, isin dogrusu ortaya cikana kadar ise olan oluyor...

Twitter uzerinden ortaya atilan bir cumle insanlarin basina is acabiliyor. Burada gecmisten bir ornek: 6-7 Eylul olaylarini atesleyen/baslatan "Ataturk'un dogdugu ev kundaklandi" haberi mesela... O gun infiale yol acan o haberin benzerleri her gun twitter uzerinde dolaniyor. Isi toparlasaniz bile internetin dehlizlerinde kaybolmaniz olasi. Cunku artik toplum hafizasi farkli isliyor. Insanlar dogruyu degil hatirlamak istediklerini hatirliyor. Bu nedenle twitter tehlikeli olmaya basliyor. Herkes icin. Kurumsal isyerlerinde calisan herkesin "Yazdiklarim kendi goruslerimdir, calistigim kurumu baglamaz" turevi aciklamalari adeta bir 'defakto'ymuscasina tanitim sayfalarina yazmalari bosuna degil. Herkes bu 'yiyici' ortamdan korkuyor. Hedef olmaniz an meselesi... 

Tabii sizi bazen isteyerek bazen de istemeyek hedef haline getiren bir kitle var. Kisaca twitter goygoyculari diyebilirim aslinda. Kelimenin ne fonetik ne de anlam ne de agirlik olarak bir guzelligi var. Farkindayim. Cirkin bir seyden bahsediyorum ben de zaten. Ama kotu niyetten kaynaklanmayabiliyor bazen bu...
Bu kesim gununun her dakikasi twitter uzerinde her konuda fikir ortaya atan, her olaya sanki gozunu dunyaya yeni acmis cocuk misali ayni heyecan ve saskinlikla bakan insanlari iceriyor. Yasanan her sey o gune kadar olmuslarin en onemlisi, soylenen her soz daha once soylenmemis kiymette, atilan her gol "Yok boyle gol" soylenen her sarki "Allahim bu ne kadar guzel" onlar icin. 

Hal boyle olunca bu heyecan 'dezenformasyon' yaratmak isteyenlere cok guzel bir ortam sagliyor. 140 karakterde gordugu seyi ilk heyecaniyla ortaya atiyor, baska bir heyecanli durur mu o da hemen 'retweet' yaparak olaya dahil oluyor. Kartopunun cig olmasi birkac dakika suruyor. Tabii ki twitterin girdigi tuketim toplumunda bu dezenformasyonun hukmu de cok uzun olmuyor. Ama leke tarihe not olarak dusuluyor... 

Twitter gercekten gunumuz icin cok onemli bir arac. Son yasanan olaya girip, twitter'in bizi -kendinden biz diye bahseden insan olarak ben- uzen kisimlarina deginip kapatayim defteri. 
Reyhanli'da yasanan olaylari hatirlatmanin alemi yok. Ama bilmeyen varsa -ulke gundeminden o kadar uzak durabilmesi iyi mi kotu mu bilemedim ama- buradan bakabilir. Yasanan bu olayin ardindan Turkiye'de yayin yapan 'ulusal basin'a yayin yasagi getirildi. Buna gore olayla ilgili delil niteligi tasiyabilecek herhangi bir seyin yayimlanmamasi gerekiyordu. Yayimlayanlar icin adli islem yapilmasi ongoruluyordu. Lafi uzatmayayim. Yani, sansur ya da karartma uygulaniyordu. 

Ilk defa mi oldu bu? Hayir. Ama twitter uzerinde yaratilan algi sonucu bu meslek icerisinde yer alan kisilerden biri olarak ben de 'korkak' damgasini yedim. Yapacak bir sey yok. Herkes gazetelerin, televizyonlarin isleyisini bilmek zorunda degil. Televizyon ya da gazetede calisan birisinin kudreti ne kadardir bunu da bilemeyebilirler. Ama bilmeleri gereken bir sey var: Gazetecilik o kadar da kolay bir meslek degil. Hele de Turkiye gibi ulkede...

Sansure donelim. Iste bu sansur tebligatiyla beraber ulke basinindaki herkes twitter uzerinden yaftalandi ve herkesin tarihe adi 'korkak' olarak gecti. Uzucu olan bunu bu meslegin mutfagini bilen insanlarin yapmalariydi. Iste twitter goygoycusu dedigim ve literature asla gecmemesini diledigim kavram burada devreye giriyor. Bir laf vardir "Bilir alim, yapmaz zalim" diye. Bunun benzeri yasandi iste. O gazetelerin, televizyonlarin, dergilerin hangi baskilarla calistigini bilen kisiler, sanki bunu bilmiyormuscasina o insanlari tohmet altinda biraktilar. "Reyhanli'yi yazan yaziyor. CNN'den izliyoruz memleket haberlerini" diyerek eski meslektaslarini atese attilar. 

Turk basininin falsolarini ben halihazirda cok gecmisim olmamasina ragmen siralayabilirim ama bu meslekte yer alan insanlarin 'ezici' cogunlugunun kotu insanlar olmadigini soyleyebilirim. Ama sunu da unutmayin "Kazin ayagi oyle degil" deyiminin en cok hayat buldugu yerlerden birisi gazetecilik meslegi. Uzucu ama oyle... Degismesini ummaktan baska caremiz yok. Umuyoruz cunku harekete gecilse bile destek bulacagi supheli -bkz: tirajlar-.

Twitter'da hedef haline gelen insanlar olan bizler de 'hangi haberin daha onemli oldugu, hangisinin daha buyuk gorulmesi' konusunda fikir sahibiyiz. Ve evrensel gazetecilik ilkeleriyle ilgili de bilgiliyiz. Fakat ortada bir tebligat olunca ve kamuoyu desteginin gazetelere hicbir sekilde fayda etmedigi ortadayken -yine bkz: tirajlar- gazeteciye yapabilecek fazla bir sey kalmiyor. 

Ama tarih bir gun bizim de kendimizi baskalari tarafindan haksiz sekilde lekelensek bile aklamamizi yazacak. Ve o bizi bilerek kotuleyen insanlara da hesap sorma, onlarla bu konuyu tartisma firsatini bize sunacak. O gune kadar bekliyorum... 


PS: Bir protesto eger futbol sahasinda yapiliyorsa onemlidir. 28 yillik yasantimda ilk defa bir hukumetin gecinme ya da din temelli olmayan konuda protesto edilip istifaya davet edildigine sahit oldum Fenerbahce-Galatasaray macinda. Bir hukumet -dogru yanlis bilemem, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapan bir ekonomiye ragmen zenginlesen bir orta sinif yaratmasi nedeniyle ekonomi olarak elestirilmedigi bir donemde- dis politika tutumu nedeniyle istifaya davet ediliyorsa bu dikkate degerdir. Tarihe not dusmek adina 12 Mayis 2013'teki derbiyi bir kenara yazmaliyiz...

Bu yazi ayni gun icerisinde bazi kisimlari yeniden yazilarak hurriyet.com.tr'de yayimlanmistir... 

Monday 18 March 2013

Dilek Türkan / Yalnızız


Sahiller, çay bahçeleri, denizin sesi,
Adalar, yalılar, köşkler,
Gösteriş hepsi...
Vitrinler, meydanlar, yollar,
Onlar da yalan...
Kandırdın ah İstanbul hepimizi.
Gün bitti dağıldı herkes,
Sığındı birden, Kırk kilitli kapıların ardına ahh.
Bir mahrem örttü, dokundu siyah geceden
Büründün muhteşem yalnızlığına...

Sunday 13 January 2013

İlginç at isimleri - 1985

Nihayet klavye başındaki mesaimin bir kısmını blog için ayırabildim. İlginç at isimleri yazısı  çok tutunca yoğun istek üzerine ikincisini de yazayım dedim. Yoğun istek olmasa da seri devam edecekti ama artan baskılar elimi biraz daha çabuk tutmama neden oldu. Blog'da 2013 sezonu da açılmış oldu. 1985 yılı ilginç at isimleri anlamında bereketli sayılır.

İngiliz atları;                         
Aerobik * As solist * Ateşinko * Bilmemki * Büyük Cihangir * Elbimbo * Flöre *                                 Gahubigah * Gigi * Hışım * Hurinigah * İlk Vidar * Karahediye * Nadıa Comanıcı * Prensigör * Saat Kaç * Salmaya Salama

Arap atları;
Bibioğlu * Celabuluşşahin * Dedeefendi * Delifişek * Ganyan * Hıdırlıktepe * Hünalpanosu * Kösesami * Noşirahvan * Önenpanosu * Sadfethotan * Suruçceylanı * Süperman

1985 yarış sezonundan seçtiğim iki at; Sadfethotan ve Kösesami aynı karede. Noktasına virgülüne dokunmadan Banko Dergisi'nden alıntılıyorum: "Bursa'da güzel bir havada, günün ilk koşusunda KAMACI I, Vet. Rap. istinaden Kom. K. kararıyla koşturulmadı. SERİHAN'ın geri çıkıp, KÖSESAMİ'nin, SADFETHOTAN ve SERİHAN önünde son 400'e kadar üstün götürdüğü koşuda, 200 de dıştan SADFETHOTAN kendisine hakim olup uzak farkla potoyu geçerken bir anlamda binlerce oyuncuyuda sevindirmiş oluyordu."  not: ismin doğrusu 'Sadfethotan'