Showing posts with label ayaktopu. Show all posts
Showing posts with label ayaktopu. Show all posts

Friday, 7 December 2012

Erişemediğim ciğere 'hayranlık' duyarken...

"I call architecture frozen music." 
Johann Wolfgang Von Goethe


Gece bir başka güzel görünüyor Braga Stadı. Mimarı Eduardo Souta de Moura. Hakkında bilgi için buyrunuz.

Yaptığım mesleği sevsem de içimdeki uktedir mimarlık mesleğine o ya da bu nedenle erişememiş olmak. Bu saatten sonra -aslında saati yok böyle şeylerin ama artık bir yola girdim gibi- mimarlık için sıfırdan eğitim almam biraz zor. Onun yerine ben hobi ve hayranlık olarak bu alanla ilgilenip kendimce eksiğimi kapatmaya çalışıyorum. İnsanların yaratıcılıklarının en somut şekilde sunulduğu alanlardan biri olduğunu düşünüyorum bu mesleğin. Diğeri de elbette müzisyenlik ve yazarlık.
Müzisyenliğe olan hayranlığımı her anımda dinlediğim müzikle zaten kendi kendime gösteriyorum. Bazen de twitter üzerinden şarkı paylaşarak beğenilerimi aktarıyorum, olur da seven çıkar diye...
Mimarlık ise bambaşka bir şey. Asla erişemeyeceğim ama hayranlığımın hiç azalmayacağı bir alan. Çünkü başaramayacağımı düşündüğüm bir şey, o yüzden bu işin ustalarına haset bile duyamıyorum. Ağzım bir karış açık şekilde eserlerini inceliyorum onların...
Bu konuda internetin nimetlerinden sürekli faydalanıyorum. Saatler boyunca incelediğim Gaudi'nin eserlerini günün birinde kanlı canlı görürsem, turistlere gezdirebilecek kadar bilgi sahibi olduğumu düşünüyorum. İşin abartısı elbette ama birçoğunun ufak hikayelerine dair kulağıma çalınan şeyler oldu internet vasıtasıyla. Zaten 'La Sagrada Familia'yı eğer görme fırsatım olursa, Gaudi gibi onu incelerken tramvay altında kalırım diye korkmuyor da değilim hani...

İnceleme inceleme üstüne
Günlerimi ayırıp sadece dünya çapındaki eski binaları, haftalarımı ayırıp 'Tarihi Yarımada' ve Beyoğlu'ndaki binaların cephelerini incelediğimi biliyorum. Bunlar benim halihazırda zaten vakit buldukça daha yaptığım şeyler. Ama gazetecilik mesleğinin bana en büyük getirisi olarak bazen işte dünyanın kimi yerlerini gezme fırsatına erişiyorum. Nereye gideceksem ilk olarak önemli yapıları ve tarihi yerlerini araştırıp öğreniyorum. Kiminin zaten görülmesi gereken binalarını önceden bilmiş oluyorum ilgimden ötürü.
Bunun son örneği Braga oldu. Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'nde ikinci tura yükseldiği maçı yerinde izledim. Ama Allah biliyor sizden de saklamayacağım, Braga'ya gideceğimi öğrendiğimde Şampiyonlar Ligi maçı izleyecek olmak aklıma bile gelmedi. Kafamdaki tek düşünce 'o stat'ı görmekti. Ne yapayım varlığından haberdar olduğumdan beri öyle bir amacım vardı.

İlk bakış heyecanı
Kanlı canlı gördüğümdeki heyecanımı anlatamam. Mimariye duyulan hayranlık herhangi bir şekilde anlatılacak cinsten değil. O yüzden “Amma saçmaladın, alt tarafı dağ başında bir stat” söyleminde bulunacak olanlara bir cevabım yok. Zaten stada gelen pekçok muhabir de stada buna benzer 'övgü'lerde bulundu. Akıllarında da müsabaka vardı, heyecanını yaşıyorlardı. 
Onları bir kenara bırakayım, deli gömleğimi üzerime giyeyim ve stadı anlatayım size.
Braga Belediye Stadı 2003 yılında yapımı tamamlanan ve dağın eteğine konuşlanmış bir futbol sahası. Mimarı Portekizli Eduardo Souto De Moura. Bu abimiz mimarlığın en prestijli ödülü olan ve 1979'dan beri her yıl verilen Pritzker mimarlık ödülünün 2011 yılındaki sahibi oldu.
Stat şehir merkezine yaklaşık 2 kilometre uzaklıkta. Ancak arabayla gittiğimiz ve otobanı geçtiğimiz için yaya yolu parkurunu keşfedemedim. Ama Carlos Carvalhal'in söylediğine göre şehir merkezinden 15-20 dakikalık bir yürüyüşle stada varılıyormuş.



Karşıda görünen tribünün hemen yanındaki 'L' şeklindeki betonarme yapı, olası çökmeye karşı emniyet için mi yoksa stat inşa edilirken destek için mi yapılmış bilemiyorum. Tribünün çatısının izdüşümüne denk geliyor ucu...  

Üç tarafı dağla çevrili stat
Stadyumun üç tarafı dağ ve kayanın içerisinde yer alıyor. Sadece bir tarafı açık. İki kale arkasında tribün yok. Maraton tribünü dediğimiz sahayı boylamasına kateden tribünler mevcut sadece. Kapasite yaklaşık 30 küsur bin. Bu iki maraton tribünü birbirine çatılarından halatlarla bağlı. Tabii bu sadece çatı için geçerli zannedersem. Tam olarak mühendislik açısından önemini anlatacak teknik bilgim yok. O konuyu en iyisi tarihçilere ve mühendislere bırakalım!
Dağa sırtını yaslamayan tribünden stada girecekseniz 'düz ayak' olarak zeminden giriş yapıyorsunuz. Bildiğimiz İstanbul'da, İzmir'de, Ankara'da, Yozgat'ta vs.'deki statlar gibi. Ama sırtını dağa yaslayan tribün inanılmaz!
Öncelikle bu tribüne varabilmek için yaklaşık 600-700 metrelik bir yolu patika olarak çıkıyorsunuz. Tabii eğer arabanız yoksa. Arabalıysanız otopark hemen girişin yanında.
Yaya olarak çıktığınız bu yol asfaltı olan bir orman yolu. Ağaçların arasından loş ışıklar içerisinde yürüyorsunuz. Eğim yüzünden biraz yoruluyorsunuz elbette. Aceleniz varsa tıknefes olabilirsiniz dikkat.


Stadın bir tribününe çatısından giriş yapıyorsunuz.

Beleştepe atmosferi
Ve yol bitince görünen manzara: Sanki İstanbul'a Beyazıt Kulesi'nden bakar gibisiniz! Braga Belediye Stadı ayağınızın altında. Böyle bir şey daha önce görmemiştim. Tahayyül etmeniz açısından İnönü Stadı'na Beleştepe'den girdiğinizi düşünün diyerek betimleme yapabilirim. Stada neredeyse çatısından adım atıyorsunuz. En üst sıradan aşağıya doğru. İnsanın aklı almıyor, müthiş.
Zaten tribündeki yerinizi aldıktan sonra da detayları incelemeye çalışıp insanoğlunun kafasını çalıştırdığında ne kadar iyi şeyler yapabildiğine dair hayretinizin farkına varıyorsunuz.

Arzın merkezine yolculuk
Maç bitince basın mensuplarının gittiği basın toplantı odası yerin 3-4 kat altında. Yavaş yavaş merdivenleri iniyorsunuz. Asansörler de mevcut ama maç çıkışı kuyruk var. Bu esnada stadı boşaltmak isteyen insanlar da merdivenleri tırmanıyor. Tersine göç var bu tribünde!
Basamakları inerken boşluklar dikkatinizi çekiyor. Stat sırtını dağa verdiği için mimar ve mühendisler şovlarını yapmışlar. Dağın heybeti sizi karşılıyor. Kazıklar çakılarak sabitlenen kayalar tepenizden bakıyor. Ürkmüyorsunuz çünkü hülyalara dalmışsınız. Büyük bir sanatla karşı karşıya olduğunuzu görüyorsunuz.


Görüntüye sadece hayranlık duyabiliyorsunuz. 

Sonra İstanbul'a geliyorsunuz Haliç'e kondurulan köprüye bakıyorsunuz. İspanyol dahi mimar Santiago Calatrava'ya zamanında çizdirilmek istenen ancak istediği fiyat pahalı bulununca yerli mimarlara yaptırılan, hafif tabirle 'çirkin' köprüye bakıyorsunuz ve “Kaç fırın gerek o kalibreye ulaşmamıza” sorusuyla uykuya dalıyorsunuz.  

Thursday, 11 October 2012

Tutkularını değiştiremezsin...



Burak Kuru / İstanbul

1 Ekim 2012 günü saat 17.56'da biten 8 senelik beraberliğin 'neden nihayete erdiğini' bilmek bütün futbolseverlerin hakkıydı. Kamuyu aydınlatma adına ilk adımı atan Aziz Yıldırım'ın havalimanındaki konuşması 'gergin açıklamalar' silsilesine işaret etse de, bugün Alex De Souza, mizacına uygun olarak davrandı ve belirli bir akış içerisinde 'derdini anlatmayı' seçti.

Malum, böyle 'büyük' ayrılıklarda genellikle taraflar birbirlerine 'kanıtlanamayacak' suçlamalarda bulunur, deyim yerindeyse 'yatak odası sırları' ifşa edilir ve tartışmanın seviyesi giderek iki tarafı da utandıracak noktaya gelir.

Neyse ki bugün o olmadı. Alex 'şikâyet' eden olmak yerine “İşte yaşananlar” diyerek her açıdan süreci anlattı. 'Ben, Aziz Yıldırım, Ali Yıldırım, Aykut Kocaman ve basın' olarak adlandırdığı '5 ayak'ın kusurlarını dile getirdi. Kararı da dinleyenlere bıraktı.
Öyle değil Başkan...

Toplantı öncesinde her geçen gün 'gündem paratoneri' unvanının hakkını veren Fenerbahçe'de bir ayrılık daha yaşanmıştı:

Literatüre 'Doğru mu Samet' söyleminin girdiği basın toplantısında, Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'ın 'noter'lik yapmasını istediği tercüman Samet Güzel istifasını sunarak Sarı-Lacivertli takımla yollarını ayırdı.

Bu hareketten bir niyet okuma yapalım önce.

Samet Güzel bir anlamda Aziz Yıldırım'a “Doğru değil” yanıtını vermiş oldu. Bizi bu okumaya iten ana neden, takımda halihazırda Portekizce konuşan isimlerin bulunması. Cristian ve Rual Meireles hâlâ Fenerbahçe forması giyiyor sonuçta. Buna ek olarak Samet Güzel, İngilizce mülakat veren futbolculara da tercümanlık yapıyor. İşin özü, ona hâlâ yer vardı Sarı-Lacivertli kulüpte.

Alex de ilk cümlesinde ona teşekkür etti.

Daha sonra sırasıyla Ali Yıldırım, Aziz Yıldırım, Aykut Kocaman ve basının kabahatlerini dile getirdi. Kimi yerde ezada bulundu, kimisinde şükran sundu. Ama nezaketini elden bırakmadı.

Bu noktada Fenerbahçe yönetiminden ne kadar farklı olduğunu gösterdi. Üslup olarak 'kırıp dökmeden, incitmeden' konuştu ve sürecin başından beri yaptığı gibi, kriz yönetimi konusunda başarısını kanıtladı.

Fenerbahçe yönetimi ise, şu anda son iki maçtaki başarılı sonuçların da verdiği özgüvenle işleri yavaş yavaş yoluna koymanın arifesinde. Ama Alex konusunda sadece Fenerbahçe taraftarlarına değil, tüm Türk futbol kamuoyuna bir açıklama borçları olduklarını unutmamaları gerekiyor.

“Teşekkürler” diyerek basın toplantısını bitiren oyuncu artık 'tutkum' dediği Fenerbahçe'yi takip edecek ve “Yanlış kullandım” dediği Twitter üzerinden arkadaşlarını tebrik edecek, başarı dileklerini iletecek.
Alex'e kefiliz...

2009 yılında en iyi yabancı film Oscar'ını alan Arjantin filmi 'El secreto de sus ojos'tan (Gözlerindeki sır) bir alıntı verme zamanı şimdi.

Aranan katilin nasıl bulunacağına dair beyin fırtınası yapılırken, ipucu 'tutku' olarak belirleniyordu.

“Bir erkek her şeyini değiştirebilir. Yüzünü, evini, ailesini, sevgilisini, karısını, dinini, Tanrı'sını.. Değiştiremeyeceği tek şey var.. Tutkularını değiştiremez."

Alex de Souza da tutkusunu açıkladı: Fenerbahçe.

Bazı isimler saha içindeki başarıları kadar saha dışındaki duruşlarıyla da iz bırakıyor.

Alex de Souza, bunun son örneğiydi ve biz 'Saha dışındaki Alex'e kefildik.

Umarım bu toplantıyla hikayeye bir ara vermişizdir. Mutlu bir sonu hepimiz hak ediyoruz. Çünkü istiyoruz ki, "Elbet bir gün buluşalım, bu böyle yarım kalmasın..."

Yazının sonunda bahsettiğim filmin ilgili sahnesi...




8.10.12'de bbc türkçe'de yayımlanmıştır. http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/10/121008_alex_de_souza.shtml

Sunday, 16 September 2012

Ölmeye, ölmeye, ölmeye mi geldik?


Sevdiğiniz bir işle uğraşıyorsanız gününüzün önemli bir kısmını hatta uyku haricindeki bölümünü direkt ya da dolaylı olarak o işle geçiriyorsunuz.
O konu hakkında çevrenizde olan bitene karşı daha bir 'farkındalık' içerisinde oluyor hemen tepki veriyorsunuz. Sürekli alıcılarınız açık oluyor. 
Hal böyle olunca emekli olmadan yaşama veda ettiyseniz ve sevdiğiniz işle meşgulseniz bir anlamda sevdiğiniz işi yaparken ölmüş oluyorsunuz.
Onun dışında tabii ki mesela bir savaş muhabiriyseniz olay mahallinde hayatınızı yitirmeniz de olası. Bir aktör olarak sette kaza sonucu, tiyatrocu olarak sahnede kalp yetmezliğinden, ya da futbolcu olarak kalp krizinden de terki diyar eyleyebilirsiniz. 
Nereden çıktı bu giriş peki? Geçen hafta açıklanan rapor sonucu 23 yıllık mücadelede önemli bir adım atılan Hillsborough Faciası sonrası kafama takıldı bu konu. Büyük trajedide 96 kişi hayatını kaybetmişti. Tam liste burada. En küçüğü 10 yaşındaki Jon-Paul Gilhooley, en büyüğü ise 67 yaşındaki Gerard Bernard Patrick Baron... Yaş ortalaması 'ortasındayız ömrün' denemeyecek düzeyde. Ama her ölüm erkendir sonuçta. Ben 'Şimdi ölmek ister misin' sorusuna hayatının hiçbir döneminde 'Tamam' diyecek insan olduğunu sanmıyorum. İntihar konusuna girmeyelim. 
Neyse dallanıp budaklanmayalım yine. Konuya girelim sonunda: Hillsborough faciasında ölenlerin belli kısmı -mesela 40 yaş üstü diyelim- Liverpool taraftarlığını bir meslekmişçesine icra ediyorlardı. Takımı Anfield ya da deplasman farketmeksizin desteklemek, armanın peşinden koşmak onlar için bir yaşam tarzıydı.
Federasyon Kupası yarı finalinde Nottingham Forest önünde takımlarını desteklemek 'You'll never walk alone'u söylemek için yerlerini almışlardı tribünlerde ya da alıyorlardı. Sonrasında olanlar oldu. 
Bu hafta o soru geldi aklıma işte. Türkiye'de 'fanatik taraftarlık' tavrının klasik söylemidir: Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik!  
İngilizlerde bu kültür olduğunu sanmıyorum elbette ama acaba trajedide ölenler arasında hiç günün birinde çok sevdiği Liverpool'un peşinden koşarken hayatını kaybedeceğini düşünen olmuş mudur?
Cevabı hiçbir zaman bilinemeyecek sorular arasında yerini alsın bu da...

Günün şarkısı da Pinhani'den gelsin. Şarkının adı İstanbul'da ve benim için grubun en iyi şarkısı. 


Her İstanbullu bu soruyu zaman zaman kendine sorar ya da bu ruh haline girer: "İstanbul'da kimim var, kimin için bu toz duman? İstanbul'da neyim var, ne kaldı ki kalabalıktan?"

Wednesday, 9 May 2012

Finale dair notlar

Chelsea ve Bayern daha önce 2004 – 2005 sezonunda çeyrek finalde karşılaştı. Londra’da 4-2 kazanan Chelsea, Münih’te 3-2 yenildi ama yarı finalist oldu ve yarı finalde Liverpool’a kaybettiler. Schweinsteiger, Lampard, Drogba, Cech ve Terry, o eşleşmede de sahadaydı. Bu beşli, iki maçta da oynamıştı.

Bayern, bu sezon grup aşamasında Manchester City ile de mücadele etmiş, maçlar, ev sahipleri’nin 2-0’lık galibiyetleriyle bitmişti. Bayern, İngiltere kulüplerine karşı 35 maçta 13 galibiyet, 12 beraberlik, 10 yenilgi aldı; 51 gol attı, 43 gol yedi. Münih’teki 16 maçta İngilizlere sadece bir kez kaybettiler, on kez kazandılar. tek yenilgi, 93-94 sezonunda UEFA Kupası ikinci turu’nda Norwich City’ye karşı alındı. Bayern, Almanya’daki son beş maçta İngilizlere karşı dört kez kazandı.

Chelsea ise bu sezon grupta Leverkusen’e deplasmanda 2-1 yenildi, evinde 2-0 kazandı. Chelsea,13 maçta Alman ekiplerine karşı yedi galibiyet, dört yenilgi aldı. Tüm yenilgiler Almanya’da geldi. Almanya’daki tek galibiyet; 2003-04 sezonunda son 16 turunda 1-0’la Stuttgart karşısındaydı. Chelsea, Alman takımlarına karşı UEFA organizasyonlarında oynadığı tek finalinden mutlu ayrıldı. 97-98 sezonunda Kupa Galipleri Kupası finalinde, Stockholm’de Stuttgart’ı Zola’nın golüyle 1-0 yenmişlerdi.

Chelsea, kupa galipleri kupasını 70-71’de de kazanmış. Chelsea’nin 98’de kazandığı bir de Süper Kupa var, yani toplamda üç Avrupa Kupası var. Bayern ise 74-75 sezonunda, Leeds’i devirip, "Kupa Bir"i kaldırırken, 81-82 sezonunda finali Aston Villa’ya kaybetmişti. Bayern, 1999’daki finalde de Manchester United’a duraklamada yediği gollerle 2-1 yenilmişti. Bayern, 2001’de Liverpool’a da Süper Kupa finalinde kaybetti. Bayern; 74-75-76 ve 2001’de "Kupa Bir"i kazandı, 82-87-99 ve 2010’da da final kaybetti. Bayern’in altı Avrupa Kupası var.


Chelsea’de; Ramires, Raul Meireles, Branislav Ivanović ve Terry cezalı, Bayern’de; Badstuber, Alaba ve Gustavo cezalı.

 

Tuesday, 24 April 2012

Adamımsın Cech

Cüneyt Çakır için diyor:

"He's an experienced referee and if you have that experience from Turkey with the likes of Galatasaray and Fenerbahce, this game, a Champions League semi-final, should not be a problem."

Thursday, 12 January 2012

Baba evlat buluşması


Ülkemizde neredeyse klasiktir: Kızının sevdiği adamla evlenmesine aile razı olmaz, kız adama kaçar, baba da kızı reddeder... Ancak yıllar geçer, kızına büyük bir hasret duyan baba, 'torun' sahibi olduğunu da öğrendiğinde -ki bunu da bahane eder- yelkenleri suya indirir. Tabii burada aslan payı yine 'anne'dedir. Zira onun ısrarları biraz da af konusunda adım atılmasını sağlamıştır.
İlk günlerde ana gündem maddesi 'torun'dur. Onun suretinde aslında kızını seviyor olsa da baba, pek yüz vermez kızına. Kızıyla ilgili haberleri de alışıldık şekilde 'anne'den gizli kapaklı alır. O esnada tabii ki aracılar eşliğiyle kızıyla konuşur, lafını ortaya atar, yüzüne bakmadan konuşur, sorulan soruya kızını muhattap almadan cevap verir vs...
Sonunda ise beklenen gün gelir: Ne olduğu önemli değil, bir şey vesile olur ve kucaklaşırlar. Tarifsizdir o an. İşte, Thierry Henry'nin 9 Ocak 2012 gecesi Leeds United maçında takımını 1-0 öne geçiren golü atmasıyla, Arsene Wenger'e koşması o evlat-baba buluşmasını aklıma düşürdü. Unutulmazdı...


Friday, 9 December 2011

1954-2011



Sócrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira 
19 Şubat 1954-4 Aralık 2011

John Lennon hayranıymış madem, nazarımdaki en güzel Beatles şarkısıyla uğurlamış olayım ben de Socrates'i. 
Eleanor Rigby

Thursday, 5 May 2011

Braga; kuzey Portekiz'den gelen yiğit

Bu sezon Avrupa Kupalarının yıldızı ne Barselona ne Real Madrid ne Manchester United ne de Porto. Portekiz takımlarının damga vurduğu kupa iki'de, finalde Porto ile eşleşen Braga, bu sezonun Avrupa'da parlayan yıldızı oldu.

Braga'nın hikayesi aslında hem uzun hem kısa. Çok gerilere gitmeden filmi 2008'den itibaren oynattığımızda tüm hikayeyi kolayca anlayabiliriz. Bizim tv'lerde yayınlanan yerli diziler gibi, neresinden başlarsan başla hikaye "anlaşılma garantili".

2008-2009 sezonu'nda Jorge Jesus yönetiminde İntertoto kupasından gelip, Uefa kupasında son 16 turu oynayan Braga, bir sonraki sezon bu başarının tesadüf olmadığını kanıtlayacaktı. Jorge Jesus Benfica'nın başına geçerken, Jesus'dan boşalan koltuğa da çiçeği burnunda hoca Domingos Paciencia oturuyordu. 2009-2010 sezonu tam anlamıyla Halef - Selef mücadelesi oldu. Selef rolü üstlenen Jorge Jesus Benfica'yı beş puan farkla Braga'nın önünde lig şampiyonluğuna taşıdı. Braga, koca sezonda ikinci basamaktan aşağı düşmedi. Kuzey Portekiz temsilcisi 18 hafta ilk basamakta kaldı, 12 hafta da ikinci sırada. İkincilik, Braga'nın lig tarihindeki en iyi derecesiydi.

Sırada Şampiyonlar Ligi vardı ve üçüncü elemede Celtic'i deviren Braga, play-off'ta da Sevilla'yı -hem de iki maçta da yenerek- saf dışı bırakıp, devler ligi gruplarına adını yazdırdı. Braga, H grubunda Shakhtar Donetsk ve Arsenal'in ardından üçüncü oldu, karnesine bir de Arsenal galibiyeti yazdırdı. Bu sırada Benfica da Şampiyonlar Ligi grubunda üçüncü oldu ve iki ekibin Avrupa kupası macerası kupa iki'ye taşındı.

Braga, kupa iki'de sırasıyla; Lech Poznan, Liverpool ve Dinamo Kiev'i eleyip yarı finalist oldu. Bu üç maçta dört gol atan Braga, kalesinde sadece ve sadece iki –rakamla 2- gol gördü. Bir Porto efsanesi, 1996 yılının Portekiz ligi gol kralı Domingos Paciencia'nın takımı Avrupa'ya, hatta Dünya'ya savunma dersi veriyordu. Bu esnada Jorge Jesus ve ekibi de önce Stuttgart'ı sonra Paris Saint Germain'i sonra da Psv'yi eleyip, yarı finalde Braga'nın rakibi oldu. Benfica bu üç tur'da 13 gol atıp, altı gol yedi ve Braga'nın tam tersi bir görüntü çizdi.

Peki Avrupa Kupalarında bunlar olurken lig'de neler yaşanıyordu? Avrupa kupasında bu kadar çok maç oynamaya alışık olmayan Braga, lig'de sıkıntılı günler geçirdi ve bir ara onuncu sıraya kadar geriledi. Benfica ise uzun süre lider Porto'yu takip etti ama Porto'nun puan kaybetmeye niyeti olmadığını görünce her geçen hafta teslim bayrağını biraz daha yukarı çekti.

Ve Avrupa Ligi'nde beklenen buluşma geldi çattı. İlk maçın evsahibi Benfica'ydı ve 2-1 kazanıp, rövanş için az da olsa bir avantaj yakaladı. Çünkü şimdi Braga gol atmak zorundaydı ve bu, oyun anlayışı kontra ataklar üzerine kurulu Braga için sıkıntılı bir durumdu. Ama rövanşta Braga golü erken buldu ve roller değişti. Artık Braga en iyi yaptığı şeyi yapmaya çalışacaktı: savunma. Aslında Benfica da öyle. Onların gücü hücum futbolundan geliyordu. Ama Halef, bu sefer Selef'ten rövanşı aldı. Maç 1-0 bitti ve tabiri caizse Avrupa Kupalarının çömezi Braga adını finale yazdırdı.

Finalde rakip, Braga'nın bir başka yakın tanıdığı Porto olacak. Braga kupayı alır ya da almaz ama bu sezon Avrupa kupalarında "gönüllerin şampiyonu" oldu bile. Lig'de ne mi oldu? Onuncu sırada, sıkıntılar içinde bıraktığımız Braga üçüncü sıraya kadar yükselmeyi başardı ve seneye Avrupa Ligi'ne play-off turu'ndan başlamayı garantiledi. "En heyecanlı yeri" 2008'de başlayan Braga hikayesi bakalım nasıl devam edecek?

Wednesday, 23 February 2011

adama böyle özür diletirler!!

Hürriyet'teki köşesinde pek çok kez Alex'e hakaret boyutunda eleştiriler yapan Altan Tanrıkulu, 4-2 biten Beşiktaş maçından sonra yazdığı yazının başlığında Alex'ten özür diledi.

Bu blog'da Tanrıkulu'nun saçma sapan yazılarından alıntı yapıp, öne sürdüğü fikirlerin saçmalığını, tutarsızlığını anlatmaya çalıştım. O ise sürekli saçmalamakta ısrar etti, bir halttan anlamadan yazılar yazmaya devam etti. Alex'li Fener maç kazandıkça, hırsından, sinirinden ve utancından iyice saçmaladı. Beşiktaş maçından sonra Alex'den özür dileyen bir yazı yazdı. O yazıyı okuyunca, Tanrıkulu'nun Alex takıntısından hiç bir zaman kurtulamayacağını, bu ikilimde bocalayıp duracağını bir kez daha anladım. Yazıda şöyle komedi bir cümle var; Tanrıkulu Alex'e diyor ki: "
Deparı zayıf, fiziki yönü zayıf, üst düzey rakipler karşısında çabuk oyundan düşen bir futbolcusun". Komedi'nin böylesi görülmedi! O zaman Messi'ye de, Ronaldo'ya da derler ki kardeşim senin de kaleciliğin çok kötü. Volkan Demirel'e de sende hiç son vuruş yok derler.. Bir futbolcunun bütün özelliklerinin tam olmasına imkan var mı? Böyle bir saçmalık olabilir mi? olur tabii, Altan Tanrıkulu yazarsa her türlü saçmalık beklenir.. Aşağıda Tanrıkulu'nun eski yazılarından alıntıladığım bölümler var. Ben o yazılanları unutmadım. Bugün kendisi çıkmış özür diliyor ama özür dileyecek şeyler yazmadan önce, bu camia'nın gelmiş geçmiş en değerli insanlarından birine hakaret ve itham'da bulunmadan önce düşünecekti. Ben yazılanları unutmadım ve unutmayacağım. Tanrıkulu bu çelişkinin içinde daha çok saçmalayacak. Neler yazmıştı, Alex'i nelerle itham etmişti?
  • Cahil taraftarın kahramanı Alex'in 90 dakikalık oyuncu olmadığını kabullenemediler.
  • Aylardır frikikten gol atamadığı halde ve takım içinde bunu daha iyi yapan arkadaşları varken çok kritik frikikleri o kullandı.
  • KİMSE bana bugün Alex'in yaptıklarını, attıklarını anlatmasın.. Ben onların kitabını, Fenerbahçe tarihini yazdım..
  • Elano, Diego, J.Baptista gibi isimlerin neden Brezilya Milli Takımı'nda oynadıklarını ama Alex'in alınmadığını açıklasın..
  • Bu takımın çok iyi sprinter ve asist özelliği yüksek bir forvetle, bitirici bir santrfor arkasında Emre'yi, Özer'i oynatsa ne olacağını bırakın başkalarını, Fenerbahçe kaptanı Alex anlatsın..
  • Alex için, Fenerbahçe kaptanı için kendisinin imza atması, kendisinin ilk onbirde olması, kendisi varken maç kazanılması, gol atması, asist yapması daha önemli, kimse kusura bakmasın..
  • Alex, Alex'e saygı duyuyorsa, kaptanlık bandını takacak kadar Fenerbahçeliliği özümsemişse, Daum'a gidip, “Beni ikinci yarı kullan” demeliydi.
  • Artık ayakları beyninin her isteğini yerine getiremiyor.
  • Takımın kilit oyuncusu Alex yaşlı ve temposuz.
  • Kaptanlık, sözleşme yenilenme zamanında kulüp üzerinde baskı kurmak değildir.. Herkesten fazla para almaya çalışmak değildir.. Hakemlere işini öğretmeye kalkmak değildir. Takım yenilirken soyunma odasına giderek teknik direktörü protesto etmek değildir..
  • kaptan Alex, kulüp üzerinde baskı kurup imza attın..
  • "Alex çok ağır.. Önüne atılan toplara koşarken, 5 metre arkasından gelen rakip topu ondan alıyor..

Tuesday, 7 December 2010

Bambaşkaymışsınız Hürriyet!

Türkiye'nin en iddialı spor sayfalarını hazırladığı konusunda tereddüdü olmayan Hürriyet gazetesi muhteşem bir iş yapmış. Gitmiş Roberto Carlos'la konuşmuş. İyi de, acaba bunu sayfalarına yansıtmayı becerebilmişler mi? Bir bakmak lazım.

4 Aralık 2010 tarihli Hürriyet'in şehir baskısındaki 42. sayfanın uzaktan görünüşü taasrımı güzel olmasa da üstte. Okuyucu olarak bizi ilgilendiren kısım ise detayda. Onun için de sıradaki resme geçelim.


'Zico hançerlendi' ve 'Daum yüzüme başka arkama başka konuştu' haberlerinin içeriğine bakınca noktasından virgülüne aynı ifadeleri görüyoruz. Tek bir fark var üstteki haberde 'Belki ben de kalırdım' cümlesi alttaki haberde 'Belki ben de kalırdım ve futbola vedamı Fenerbahçe'de yapardım' şeklinde uzatılmış.
Bu sayfada yer alan 'Türkiye'yi özledim' haberi de, aynı gazetede bu sayfanın komşusu 43. sayfada da kısaltılmış haliyle kullanılmış. Haddimi aşmadan naçizane fikrimi söyleyecek olursam, 'Kırmızı Çizgi' isimli programda haftada bir Hıncal Uluç'la beraber Türk basını ve spor kamuoyuna ayar verme yarışına giren Hürriyet Gazetesi Spor Müdürü Mehmet Aslan'ın da sanırım işe önce kendi ekibinden başlaması gerekiyor.

Friday, 20 August 2010

Senkronize #2


PAOK-Fenerbahçe Avrupa Ligi Play-off ilk maçı
(19 Ağustos 2010, Toumba Stadı)

Saturday, 3 July 2010

Güle güle Dunga!

Klişe laftır: "Ben demiştim demeyi sevmem ama..." Niye sevmiyorsun "ben demiştim demeyi"? O zaman niye "diyorsun"? Bu ifade'deki ego, bence "ben demiştim" ifadesinden yüksek. Ben, "ben demiştim" diyorum. burada!


Futbol'da iki kere iki'nin dört ettiği bir sürece tanıklık ettik. Bu kadar yanlışla Brezilya ancak çeyrek finale kadar gelebildi. Evet, kuşkusuz kupayı da alabilirdi, iki kere iki beş edebilirdi, ama etmedi, tutmadı. Güzel oldu.

Brezilya'nın kadro tercihleri çok kötüydü. Dunga'nın oyun zekasına inanmıyordum ayrıca giydiği kıyafetlere fena kafayı takmıştım. Yeşil tişört, pembe gömlek, siyah palto kombinasyonu ya da sarı tişört mor gömlek kombinasyonu, vuvuzela'dan daha yıpratıcıydı maçlar esnasında.

Elano'yu kadroya aldı, bu hamle, seçimlerini ezbere yaptığına delalet ediyordu. Melo'yu da kadroya alınca, hiç şüphem kalmadı. Tuttu bir de Bastos'tan sol bek yaptı. Bu kupa, eğer forvet oynasaydı, Bastos'un kupası olabilirdi. Yaptığı doğru işlerden biri Ramires'i kadroya almak oldu. O doğruyu da, Ramires'i kupada sadece 105 dakika oynatarak yok etmeyi başardı. Brezilya'nın teknik futbolundan nasibini hiç almamış, Juventus'ta rezalet bir sezon geçiren Melo ise 291 dakika sahada kaldı.

Dunga daha gömlek seçemiyor, oyuncu nasıl seçecek. Ahh O yeşil tişört, pembe gömlek yok mu?... ahh..iyi oldu. Bir Dunga ve kombinasyonları seçkisi hazırladım buyrun.

Thursday, 17 June 2010

NTV Spor, sen nelere kadirsin!

Başlık "Kral Kupası'nda yeni statü", haberin içi "İspanya Süper Kupası" diye devam ediyor. Süper Kupa bundan böyle iki maç üstünden oynanacakmış. 30 senedir zaten iki maç oynanıyor. Gel de Bu haberin içinden çık. Anlayan beri gelsin. Girdikleri haberi bir kere okumaktan acizler.

Monday, 14 June 2010

Bir dil bir ülke!


2010 Güney Afrika Dünya Kupası'nda enteresan bir grup var: H Grubu. Grubun üyeleri İspanya, Honduras, İsviçre ve Şili. Bu takımların biraraya gelmesini enteresan kılan şey ise konuştukları diller. Zira, İspanya, Honduras ve Şili'nin resmi dili 'İspanyolca' buna mukabil İsviçre'nin de Romence'yi saymazsak üç adet resmi dili var: Fransızca, İtalyanca ve Almanca.
Normalde bu grubun, konuşulan diller dikkate alındığında, Fransa, İtalya, Almanya, İspanya şeklinde olması gerekirken, FIFA'nın oyunu (!) sonrası İspanya, Honduras Şili, İsviçre şeklinde oluşmuş. Dünya işte!

Thursday, 27 May 2010

Rakamlarla Arjantin'in Dünya Kupası kadrosu

Dünya kupasına katılan takımlar son kadrolarını bir bir Fifa'ya bildiriyor. Biz de fırsat buldukça burada incelemeye çalışıyoruz. Sırada Arjantin var.


Monday, 24 May 2010

Şampiyon Bursa! Part 2

Serinin devamı...

İlk yarıda zirvenin hiçbir bölümünü kaçırmadan, onun sıkı bir takipçisi haline gelen Bursaspor, ikinci yarının başında şampiyonluk söyleminden uzak tavrını sürdürdü. Her ne kadar saha içi sonuçlar ‘Timsahlar geliyor’ dese de futbolcular, yönetim ve teknik heyet ağız birliği etmişcesine ‘Yok öyle bir şey’ halet-i ruhiyesindeydi.

Şampiyon Bursa! Part 1



Radikal Gazetesi'nde yayımlanan seriyi bir de burada paylaşalım... 

Türk spor tarihinde bir devrim gerçekleştirerek 26 yıl süren ‘üç büyük’ hegemonyasına son verip ‘renk körü’ olmuş futbol dünyamıza yeşil rengi katan Bursaspor’un bu tarihi başarısı elbette kolay olmadı. Sezona ‘ilk 5’te yer alma hedefiyle başlayan ‘Timsah’ın alınteriyle kazanılmış şampiyonluğunun, ligimize yeşil rengin yanı sıra, renk skalasında ne kadar renk varsa hepsinin katılmasına ön ayak olması dileğiyle...


Saturday, 15 May 2010

Brezilya'nın işi zor


Buribaker Brezilya'nın formasını ilk üçe sokmamış. Ben de Brezilya'nın aday kadrosunu ilk beşe sokmuyorum. Her dünya kupasının imrenilen takımı Brezilya, Güney Afrika'ya çok zayıf gidiyor. Yıllık iznimizin bir bölümünü kullandığımızdan Dunga kadroyu açıkladığında "hop kardeşim n'oluyor, dungalaklık yapma" diyemedik. O yüzden yazı biraz gecikti ama olsun kadro değişmedi. Her zaman Brezilya'yı dünya kupasının favorisi olarak gören ben, bu kez bu kadroyla işlerinin zor olduğunu düşünüyorum. Bakalım;