"I call architecture frozen music."
Johann Wolfgang Von Goethe
Gece bir başka güzel görünüyor Braga Stadı. Mimarı Eduardo Souta de Moura. Hakkında bilgi için buyrunuz.
Yaptığım mesleği sevsem de içimdeki
uktedir mimarlık mesleğine o ya da bu nedenle erişememiş olmak. Bu saatten sonra
-aslında saati yok böyle şeylerin ama artık bir yola girdim gibi-
mimarlık için sıfırdan eğitim almam biraz zor. Onun yerine ben
hobi ve hayranlık olarak bu alanla ilgilenip kendimce eksiğimi kapatmaya
çalışıyorum. İnsanların yaratıcılıklarının en
somut şekilde sunulduğu alanlardan biri olduğunu düşünüyorum
bu mesleğin. Diğeri de elbette müzisyenlik ve yazarlık.
Müzisyenliğe olan hayranlığımı
her anımda dinlediğim müzikle zaten kendi kendime gösteriyorum.
Bazen de twitter üzerinden şarkı paylaşarak beğenilerimi
aktarıyorum, olur da seven çıkar diye...
Mimarlık ise bambaşka bir şey. Asla
erişemeyeceğim ama hayranlığımın hiç azalmayacağı bir alan.
Çünkü başaramayacağımı düşündüğüm bir şey, o yüzden bu
işin ustalarına haset bile duyamıyorum. Ağzım bir karış açık
şekilde eserlerini inceliyorum onların...
Bu konuda internetin nimetlerinden
sürekli faydalanıyorum. Saatler boyunca incelediğim Gaudi'nin
eserlerini günün birinde kanlı canlı görürsem, turistlere
gezdirebilecek kadar bilgi sahibi olduğumu düşünüyorum. İşin
abartısı elbette ama birçoğunun ufak hikayelerine dair kulağıma
çalınan şeyler oldu internet vasıtasıyla. Zaten 'La Sagrada
Familia'yı eğer görme fırsatım olursa, Gaudi gibi onu incelerken
tramvay altında kalırım diye korkmuyor da değilim hani...
İnceleme inceleme üstüne
Günlerimi ayırıp sadece dünya
çapındaki eski binaları, haftalarımı ayırıp 'Tarihi Yarımada' ve Beyoğlu'ndaki binaların cephelerini incelediğimi biliyorum.
Bunlar benim halihazırda zaten vakit buldukça daha yaptığım şeyler. Ama gazetecilik mesleğinin bana en
büyük getirisi olarak bazen işte dünyanın kimi yerlerini gezme
fırsatına erişiyorum. Nereye gideceksem ilk olarak önemli
yapıları ve tarihi yerlerini araştırıp öğreniyorum. Kiminin
zaten görülmesi gereken binalarını önceden bilmiş oluyorum
ilgimden ötürü.
Bunun son örneği Braga oldu.
Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'nde ikinci tura yükseldiği maçı
yerinde izledim. Ama Allah biliyor sizden de saklamayacağım,
Braga'ya gideceğimi öğrendiğimde Şampiyonlar Ligi maçı izleyecek olmak aklıma bile gelmedi. Kafamdaki tek düşünce 'o stat'ı görmekti. Ne yapayım varlığından haberdar olduğumdan
beri öyle bir amacım vardı.
İlk bakış heyecanı
Kanlı canlı gördüğümdeki
heyecanımı anlatamam. Mimariye duyulan hayranlık herhangi bir şekilde anlatılacak
cinsten değil. O yüzden “Amma saçmaladın, alt tarafı dağ
başında bir stat” söyleminde bulunacak olanlara bir cevabım
yok. Zaten stada gelen pekçok muhabir de stada buna benzer
'övgü'lerde bulundu. Akıllarında da müsabaka vardı, heyecanını yaşıyorlardı.
Onları bir kenara bırakayım, deli
gömleğimi üzerime giyeyim ve stadı anlatayım size.
Braga Belediye Stadı 2003 yılında
yapımı tamamlanan ve dağın eteğine konuşlanmış bir futbol
sahası. Mimarı Portekizli Eduardo Souto De Moura. Bu abimiz
mimarlığın en prestijli ödülü olan ve 1979'dan beri her yıl
verilen Pritzker mimarlık ödülünün 2011 yılındaki sahibi oldu.
Stat şehir merkezine yaklaşık 2
kilometre uzaklıkta. Ancak arabayla gittiğimiz ve otobanı
geçtiğimiz için yaya yolu parkurunu keşfedemedim. Ama Carlos
Carvalhal'in söylediğine göre şehir merkezinden 15-20 dakikalık
bir yürüyüşle stada varılıyormuş.
Karşıda görünen tribünün hemen yanındaki 'L' şeklindeki betonarme yapı, olası çökmeye karşı emniyet için mi yoksa stat inşa edilirken destek için mi yapılmış bilemiyorum. Tribünün çatısının izdüşümüne denk geliyor ucu...
Üç tarafı dağla çevrili stat
Stadyumun üç tarafı dağ ve kayanın içerisinde yer alıyor. Sadece bir tarafı açık. İki kale
arkasında tribün yok. Maraton tribünü dediğimiz sahayı
boylamasına kateden tribünler mevcut sadece. Kapasite yaklaşık 30
küsur bin. Bu iki maraton tribünü birbirine
çatılarından halatlarla bağlı. Tabii bu sadece çatı için
geçerli zannedersem. Tam olarak mühendislik açısından önemini
anlatacak teknik bilgim yok. O konuyu en iyisi tarihçilere ve mühendislere
bırakalım!
Dağa sırtını yaslamayan tribünden
stada girecekseniz 'düz ayak' olarak zeminden giriş yapıyorsunuz.
Bildiğimiz İstanbul'da, İzmir'de, Ankara'da, Yozgat'ta vs.'deki
statlar gibi. Ama sırtını dağa yaslayan tribün inanılmaz!
Öncelikle bu tribüne varabilmek için
yaklaşık 600-700 metrelik bir yolu patika olarak çıkıyorsunuz.
Tabii eğer arabanız yoksa. Arabalıysanız otopark hemen girişin
yanında.
Yaya olarak çıktığınız bu yol
asfaltı olan bir orman yolu. Ağaçların arasından loş ışıklar
içerisinde yürüyorsunuz. Eğim yüzünden biraz yoruluyorsunuz
elbette. Aceleniz varsa tıknefes olabilirsiniz dikkat.
Ve yol bitince görünen manzara: Sanki
İstanbul'a Beyazıt Kulesi'nden bakar gibisiniz! Braga Belediye
Stadı ayağınızın altında. Böyle bir şey daha önce
görmemiştim. Tahayyül etmeniz açısından İnönü Stadı'na
Beleştepe'den girdiğinizi düşünün diyerek betimleme
yapabilirim. Stada neredeyse çatısından adım
atıyorsunuz. En üst sıradan aşağıya doğru. İnsanın aklı
almıyor, müthiş.
Zaten tribündeki yerinizi aldıktan
sonra da detayları incelemeye çalışıp insanoğlunun kafasını
çalıştırdığında ne kadar iyi şeyler yapabildiğine dair
hayretinizin farkına varıyorsunuz.
Arzın merkezine yolculuk
Maç bitince basın mensuplarının
gittiği basın toplantı odası yerin 3-4 kat altında. Yavaş yavaş
merdivenleri iniyorsunuz. Asansörler de mevcut ama maç çıkışı
kuyruk var. Bu esnada stadı boşaltmak isteyen insanlar da
merdivenleri tırmanıyor. Tersine göç var bu tribünde!
Basamakları inerken boşluklar
dikkatinizi çekiyor. Stat sırtını dağa verdiği için
mimar ve mühendisler şovlarını yapmışlar. Dağın heybeti sizi
karşılıyor. Kazıklar çakılarak sabitlenen kayalar tepenizden
bakıyor. Ürkmüyorsunuz çünkü hülyalara dalmışsınız. Büyük
bir sanatla karşı karşıya olduğunuzu görüyorsunuz.
Görüntüye sadece hayranlık duyabiliyorsunuz.
Sonra İstanbul'a geliyorsunuz Haliç'e kondurulan köprüye bakıyorsunuz. İspanyol dahi mimar Santiago Calatrava'ya zamanında çizdirilmek istenen ancak istediği fiyat pahalı bulununca yerli mimarlara yaptırılan, hafif tabirle 'çirkin' köprüye bakıyorsunuz ve “Kaç fırın gerek o kalibreye ulaşmamıza” sorusuyla uykuya dalıyorsunuz.
1 comment:
Yazdigin icin sagol usta.
Post a Comment