Sunday, 2 June 2013

Taksim, bir meydan midir?


Guzel insan, buyuk gazeteci Yigiter Ulug'un 
2005 yilinin aralik ayinda Vatan Gazetesi icin kaleme aldigi yazidan...  
Orhan Pamuk’un son kitabı “İstanbul: Hatıralar ve Şehir” okuyana küçük tatlı bir oyun oynama fırsatı veriyor. Kitabın sayfalarına dağılmış resimleri, dostlarınıza gösterip, “Bil bakalım, burası neresi?” diye sorma ve o, siyah beyaz karenin karşısında biraz şaşkın, biraz sıkıntılı anlar yaşarken sizin keyiflenme şansınız var.
Çoğu 50’li ve 60’lı yıllarda çekilmiş fotoğraflar içinde beni en çok zorlayan, 109. sayfadaki oldu: Taksim Meydanı’nın 50’li yılların sonundaki halini gösteren bir kare... Bugün The Marmara Oteli’nin yükseldiği adayı karşıdan, Taksim Gezisi’nin merdivenlerinden çekmişler. Üç-beş katlı birkaç küçük bina, en büyüklerinin üzerindeki “Osmanlı Bankası” ışıklı panosu, yapının banka olarak kullanıldığını anlatıyor. Taksim’den ziyade, Ankara’dan mütevazı bir köşe gibi sanki...
İstanbul’un en büyük, en işlek ve en çok bilinen meydanının, yıllardır dökülen bunca paraya ve uygulanmaya çalışılan bunca projeye karşın, bir türlü“tam bir meydan” olamamasının sırrını o fotoğraf sayesinde çözdüm sanıyorum… Neden Taksim, bir Concorde, bir Trafalgar, bir San Pietro olamıyor? Niçin insanın içini üşüten bir büyük ve sevimsiz boşluğun ötesine geçemiyor? Çok yakın bir geçmişe kadar gerçek bir meydan olamamış da ondan! İnşaatı bir türlü bitmek bilmiyor Taksim’in… Ne yaparsak yapalım, tamamlanamıyor… Yıllarca kışla bahçesi olmasının getirdiği şekilsizlik ve ıssızlıkla eski Demirperde başkentlerinin insanı sinek yerine koyan devasa meydanlarını andırıyor. AKM ve The Marmara hariç, meydanı kuşatabilen, onun boşluğuna kol kanat geren hatırı sayılır bir yapı yok. Öyle olmayınca ortasına kondurulan, anıtlar, heykeller de kaybolup gidiyor.
Aydın Boysan, bir kitabında meydan tanımlaması yaparken, “İnsan, bir ucundan bir ucuna seslendiğinde duyurabilmeli” demişti. Ne kadar doğru…




Banksy'nin hayalindeki gibiydi...



Taksim Gezi Parki'nda alevlenip Misak-i Milli sinirlari icerisinde neredeyse her noktayi saran protesto dalgasina dair soylenenler birbirinin karbon kopyasi gibi -burada tabii menfaatleri ugruna yapamayacagi hicbir sey kalmamis olan kimi 'gazeteci/basin mensubu'nu disarida tutuyorum-.
Bunun nedeni herkesi ayni paydada bulusturan tepki gibi, gorunenin de ayni sekilde degerlendirilmesi. Bir anlamda 'ortak akil' diyebilecegimiz bir sey. Pazartesi, Carsamba, Persembe, Cuma ve Cumartesi gunleri olay yerindeydim. Bulundugum yerler guvenliydi genelde o yuzden biber gaziyla fazla hasir nesir olamadim ancak olanlarin cektigi aci icten ice benim de canimi yakti. Beyoglu'ndaki gaz bulutunu gordukce o bulutun altinda aci cekenler icimi yakti. Ama cesaretlerine ve azimlerine de hayran kaldim. Zira bir kisi bile azalmadan direndiler hem de hicbir taskinlik yapmadan (Taskinlik dedigim agiz aliskanligi, her canlinin bir kaynama noktasi var. Tek suclu vardir, onu yazinin ilerisinde 'malumun ilami' seklinde anlatacagim zaten).

Protestolarin pasif direnis seklinde gecmesinin de bir mesaji var. Taksim Gezi Parki'ndan baslayan protestolar sonrasi meydanlarda gorulen kalabalik icin "Kategorize etmesi zor" demekte beis gormemistik. Gercekten de deyim yerindeyse 'her cins' insan vardi meydanlarda. Daha once hicbir sekilde herhangi bir sey icin sesini yukseltmemis, sokaga inmemis, bir anlamda da 'facasini bozmamis' kisiler gorduk sokaklarda. Ama betimleme acisindan tepedeki resim uygun dusuyor. Banksy'nin 'protestocu' stencili bunu cok guzel anlatiyor. Cicek atan protestocu! Gercekten kitle boyleydi... Tabii bunun mesaji insanlarin 'artik yeter' noktasina gelmesi. Bu protestonun '3-5 agac' meselesinden cok daha fazlasi cok daha eskisi cok daha derini oldugunu anlatmayalim tekrar tekrar.

Her insanin bir kaynama noktasi vardir...
Insanlar 'gorulmemekten, duyulmamaktan, dinlenmemekten' biktilar artik. Son kertede de sokaga inip seslerini duyurdular. (Burada bir parantez, protestolara dair 'eylem tecrubesi yuksek' muhabirlerden Ismail Saymaz'in twitter mesajlari ve Radikal izlenimleri guzel bir rehber olacaktir).
Butun bunlara mukabil polisin bu tecrubesiz kitle karsisindaki 'siddetini' de anlamak mumkun degil. Sadece biber gazi yediginde nasil kurtulurdan baska hicbir seye kafa yorup cozum uretmeye ihtiyac duymayan bir kitleye 72 saat iskence yaptilar. Basbakan'in aciklamalariyla gerginlesen ortam sonrasi meydana gelen 'savas ortami'ndan ise kesinlikle protestocular sorumlu degil. Tek suclu bana ve ulkemiz halki ve hatta dunya basini/kamuoyuna gore polis oldu. Kimin polisi olduklarini bilmiyoruz ancak bizim polisimiz olmadiklari kesin. Bu kadar insan dusmani kisilerle herhangi bir ortak paydada bulusmak istemem dogrusu.

Basbakan'in siyaset hayati boyunca en 'kafasi karisik' konusmayi yapmasina yeten bu eylemler ise ulkemiz adina tarihi bir donum noktasi belki de. "Birazdan biter, yorulurlar" denilen her an insanlar direndiler ve istediklerini almadan bir yere gitmeyeceklerini dosta dusmana gosterdiler. Artik halk olarak biz, bizi dinlemeyen, fikirimizi yok sayan, bizimle dalga gecen, bizi umursamayan insanlar istemiyoruz.

Degisim ruzgarlari
Kitle degisiyor. Bunun karsisinda durmak mumkun degil. En uc ornek olarak ekleyelim, artik begenin begenmeyin dunyaya kayitsiz dediginiz 'hipsterlar' bile seslerini yukseltiyor. Dunyayi izliyoruz ve sinirlarimiz disinda olan biteni takip ediyoruz. Ve iyi olarak gordugumuz seyleri -insanca, dostca. medenice, cevreye saygisi olan, hosgorulu sekilde yasamayi- istiyoruz. Ve galiba bu istegi elde etmeden o meydanlari terk etmeyecegiz.


Konuya dair guzel yazilar var:
The Atlantic: http://www.theatlantic.com/international/archive/2013/05/protests-show-turks-cant-tolerate-erdogan-anymore/276447/
The New Yorker: http://www.newyorker.com/online/blogs/newsdesk/2013/06/occupy-taksim-police-against-protesters-in-istanbul.html


Icimde kalmasin: Basin parantezini de ekleyerek tamamlayayim. Cogu gazeteciye tepki var. Ama insanlarin kizacaklari noktayi iyi belirlemeleri gerekiyor. Meydandaki muhabire bagirmak, bilgisayar calismiyor diye monitoru kirmak gibi bir sey. Bilgisayarin calismamasi monitor olmaz hicbir zaman. Monitor kendisine verileni gosteri, ne verilirse... Sokaktaki muhabirler de yayimlanabildikleri kadarini verebiliyorlar. Ya da soyle diyelim, yayimlandiklari kadar varlar. Aslinda sizin gorduklerinizi gorseler de yayimlanmadiktan sonra bir anlami yok. Kizmak icin daha ust basamaklara cikmak gerekiyor. Bu ulkede yapilabilecek zor meslekler arasindaki gazetecilige gonul vermis cogu insan isine saygili ve sorumlugunun bilincinde. Ama kudretimiz bir yere kadar... Umarim bu da degisir bir gun.

Wednesday, 29 May 2013

Bir devlet politikası olarak 'Alevi düşmanlığı'



Dış dünyaya gözlerinizi açıp, radarlarınızı o yönde yaşananlara biraz yönelttiğiniz anda yaşadığınız topraklardaki 'falsolar' bir bir gözünüze çarpıyor.      
Doğu toplumlarına has 'tekadamlık' her alanda (siyaset, spor, iş dünyası...) kendisini gösterirken, tebaalarının bu kadar kendilerine destek vermesi sonucu her alanda daha da tahammülfersa adımlar atıyor muktedirler.
Uzun süredir Fenerbahçe'yi yöneten Aziz Yıldırım ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan benzer şekillerde ülkesinde yaşayanlara ve sempatizanlarına 'kulak asmadan' icraatlarını sürdürüyor.
Çünkü ikisi de biliyor ki kendilerinden nefret edenler kadar kendilerine koru körüne bağlı bir kitle var. O yüzden kendilerine bağlı olanlarının -fanatiklerinin- varlığıyla pervasızca hareket ediyorlar.
Son icraatlar: Fenerbahçe Cumhuriyeti'nde Başkan Aziz Yıldırım "Kovdum" diyerek Aykut Kocaman'ın takımdan gönderildiğini söyledi.
Türkiye Cumhuriyeti'nde ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Taksim Gezi Parkı'ndaki ağaçların kesilmesini protesto eden insanlara, "İstediğinizi yapın biz kararımızı verdik" diyebiliyor.
Tamam, bizi umursamıyorlar. Peki mesajları kime?
Aziz Yıldırım'ın konuşulmaya değer olduğunu düşünmüyorum zira herkesin Fenerbahçesi kendine. Kim olursa olsun, ne yaparsa yapsın, senin Fenerbahçe ile kendince kurduğun bağ zaten değişmeyecektir. Günün birinde Aziz Yıldırım da gidecek sonuçta...
Ama Türkiye toprakları içerisinde yaşadığımız, varımız yoğumuz, en olmadı köklerimiz burada olduğu için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın söylemlerine kafa yorabiliriz. Sonuçta bunlar bizi bağlıyor.

Kartal Devlet Hastanesi, Yavuz Sultan Selim Hastanesi olunca...
2002 yılından beri Türkiye Cumhuriyeti'nin 'en yetkili' kişisi olan Erdoğan, son icraatını yaparak bir Osmanlı Padişahı, bir İslam Halifesi edasıyla 3. köprü açılışını yaptı. Tarih olarak da sembolizme kafayı takmış bir iktidar olduklarından İstanbul'un Fethi'nin yıldönümü olarak 29 Mayıs'i seçtiler.
Kesilecek ağaçlar zaten kendisi için önemli olmadığından, Başbakan mesajlarına devam ederek Başkanlık sistemi olmasa da birnevi Aziz Yıldırım'ın Fenerbahçe taraftarına yaptığı gibi 'tekadamlık'ıni haykırırcasına hareketlerde bulundu.
Gezi Parkı için "Biz kararımızı verdik ne yaparsanız yapın" diyen Erdoğan ile taraftarına "Oğlum isterseniz kıçınızı yırtın, ben ne dersem o olacak" diyen Aziz Yıldırım arasında pek bir fark yok yönettiği kitlenin mensuplarına tavırları gözönüne alınınca.
İkisinin de umurunda değiliz.

Sunniler hep kayiriliyordu ama...
Başbakan bizi umursamıyor ama umürsadığı bir kitle var mı acaba?
Uzmanlara göre var. 3. köprüye verilen isimde mesaj net: Yavuz Sultan Selim... Dahi Hükümdar olarak adlandırıldığına kimi kaynaklarda şahit olsak da Selim'in asıl dünya tarihine geçmesine neden olan hareketleri ve butun kaynaklarda mutlaka yer alanlari elbette ki fetihleri ve katliamları. Bu katliamların önemli kısmının hatta ezici çoğunluğunun ise 'Alevileri kılıçtan geçirmek' olduğunu da saklamak mümkün değil. Yaptiginin zulum oldugu konusunda 'aykiri' beyana rastlayamiyoruz. "Ama su yuzden yapti" da gecerli ve yeterli bir sebep degil bu arada.
Peki aslında 'reddi miras' yapılması gereken bu tavırlara neden bir ülke sahip çıkar ve ülkesinde yaşayan vatandaşlarına bu anıları hatırlatır?
Misal İstanbul'da yaşayan Alevi vatandaşların önemli bir kısmının ya da tersinden söylersek orada ikamet edenlerin önemli bir kısmının Alevi olduğu Kartal'da neden Devlet Hastanesi'nin adı birkaç sene önce 'Yavuz Sultan Selim Devlet Hastanesi' olarak değiştirilir? 
Bu eylemin ardından açılım yapılsa da bunların göstermelik olduğunu zamanla anladık. Üçüncü köprünün yapılacağı alanın bir kısmı ise Sarıyer ilçesi sınırları dahilinde. Bu ilçe de genelde Karadenizli insanların yaşadığı bir bölge. Karadeniz'de pek Alevi olmadığını söylersek burada Başbakan'ın başka bir yere mesaj verdiğini söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz günlerde açıklanan bir raporda Türkiye'de Sünnilerin kayırıldığı açıklanmıştı. Araştırmayı (BBC Turkce, 21.5.13 / Ilhan Tanir / http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/05/130521_dini_ozgurlukler_raporu.shtml) ilk okuduğumda "Yeni mi öğrendiniz, günaydın" diyesi oldum ama şimdi dönüp bakınca rapor anlam kazandı benim için.
Bir süredir Suriye'de devam eden karışıklık / savaş / katliam / dramın gelecekte yaratacağı sıkıntılardan bahsedilirken ana konu 'Alevi-Sünni' çatışmasının yakınlarda bolgeyi saracagina gelip dayanıyordu. Tabii bu çatışmanın yanıbaşımızda olmasından ötürü Misaki Milli sınırları içerisine sıçramasının kaçınılmaz olduğu da dillendiriliyor. Uzmanlar ve analistlerin bu tahminleri günden güne hızla ilerlediğimiz bir buhranı haber verirken köprü temel atma törenindeki seçimle Türkiye bir kez daha tarafını seçmiş oldu. Türkiye yine nerede durduğunun bir önemi olmaksızın safını 'Alevilerin karşısındayız' olarak belirledi. Yani olasi catismada -Allah korusun- kopruye adini vererek mirasina sahip cikan Turkiye Cumhuriyeti hukumetinin, icraat olarak da Yavuz Sultan Selim'in devamini yapmayacaginin garantisini kim verebilir? Ulke tarihimizde ayiplarimiz saymakla bitmezken, yaptigimiz tek sey gecmis icin ozur dilemek yerine, mirasimizi sanli bir tarihmis gibi sahiplenerek 'sopa' olarak yeni nesillerin tepesinde tutmak oldu.
Anlaşılan yıllar geçtikte bazı şeyler hiç değişmeyecek. Devlette devamlılığın esas olduğu söylenir. Demek ki sözkonusu nefret olunca da devamlilik esasmis! 
Alman General Otto Van Bismarck'in unutulmaz sözü zaten siyasetçileri neden sevmememiz gerektiğini bize anlatıyordu da bugün bir kez daha hatırlamanın zamanı olduğunu düşünüyorum: "Sosis ve siyasetin nasıl yapıldığını bilenler geceleri rahat uyuyamazlar..."
Bu kadar 'kin dolu ve yönettiği kitleye düşman gibi davranan' kişiler rahat uyuyamıyordur umarım. Tek yapabildigimiz bunu ummak zira.

Tuesday, 14 May 2013

Twitter tedirginliği



Sosyal medyanin gucunun her gecen gun daha da artmasi her seyi gorunur kilsa da gorunenin ne kadar dogru oldugu konusunda tartismalar eszamanli olarak devam ediyor. Haber bulteni anonsu gibi gelen ilk cumlenin ardindan normal sokak agzina donelim: Twitter'da herkes her istedigini soyluyor da kimin ne kadar dogru soyledigini nerden biliyoruz hafiz? 

Hatirlarsiniz 'internet'in yurdumuz topraklarina firtina gibi giris yapmasini takip eden yillarin ardindan e-mail hayatimiza dahil olmustu. Siberalemde yer isgal eden onlarca mail, haberlere, yazilara, sohbetlere konu olmustu. O gunlerin yukselen degeri 'Forward mail' nedeniyle olusan bilgi kirliligi onarilmasi guc bir bilgisizlik ortamina yol acti.


Butun bu mail nostaljisinin sebebi olayi 'twitter'a baglamakti. Zira twitter'da da benzeri sehir efsaneleri yahut konuyu saptirmak adina ortaya atilan seyler goruyoruz. Ve meslegimizi etkiliyorsa uzuluyoruz -bu uzulme konusuna biraz sonra gelecegim-. 

Eskiden mail trafigi gunun belli saatlerinde olurdu ve acikcasi sacma sapan bir mail gorurseniz bunu "Ne sacma" deyip gecerek gununuze devam etme sansiniz vardi. Genelde sabah seansinda yasanan bu seyin ardindan bir sonraki mail seansina kadar normal sekilde bilgi akisiniza gore hayatinizi surdurur istediginizi alir ya da bilginin pesinden isteginiz varsa kosardiniz... 

Ama artik twitter var. Ozellikle Arap Bahari'ndaki etkisi yadsinamaz bir gercek olan twitter ulkemizde biraz farkli kullaniliyor. Avrupa'nin ardindan gelip populer olan her sey gibi twitter da su siralar 'suyunun cikarilmasi' donemini yasiyor. Ipe sapa gelmez yazilar, hashtagler zaten butun dunyanin sikinti cektigi ve zaman zaman sorguladigi konular.

Turkiye'deki baska. Tipki 'yanlis bilgi iceren' mailler gibi twitter uzerinden yayilan bazi haberler de sasilacak derecede 'sorgulanmaksizin' kabul goruyor. 

Yeni model kanayan yara: Goygoy!
Peki nasil oluyor da yanlis bilgi ortaya yayiliyor ve bu kadar kabul goruyor? "Toplumumuzun egitim seviyesi vs..." diyebilecek kadar ust tahsile sahip biri degilim. O konuya giremem, ben sadece kendimden mesulum. Baska insanlari yargilama hakkim yok. Nedenlerine de isi bilenler baksin. Ama ortada bir yanlis oldugu kesin.

Mesela toplumsal olarak tepki goren ya da herkesin konustugu olaylarda bilerek/isteyerek yonlendirme yapan insanlar var. Yillar once meydana gelmis bir olaya ait resmi, o gun olmus gibi son dakika gecenler oluyor. Bir kisim buna kayitsiz sartsiz inanip tepkisini artiriyor, isin dogrusu ortaya cikana kadar ise olan oluyor...

Twitter uzerinden ortaya atilan bir cumle insanlarin basina is acabiliyor. Burada gecmisten bir ornek: 6-7 Eylul olaylarini atesleyen/baslatan "Ataturk'un dogdugu ev kundaklandi" haberi mesela... O gun infiale yol acan o haberin benzerleri her gun twitter uzerinde dolaniyor. Isi toparlasaniz bile internetin dehlizlerinde kaybolmaniz olasi. Cunku artik toplum hafizasi farkli isliyor. Insanlar dogruyu degil hatirlamak istediklerini hatirliyor. Bu nedenle twitter tehlikeli olmaya basliyor. Herkes icin. Kurumsal isyerlerinde calisan herkesin "Yazdiklarim kendi goruslerimdir, calistigim kurumu baglamaz" turevi aciklamalari adeta bir 'defakto'ymuscasina tanitim sayfalarina yazmalari bosuna degil. Herkes bu 'yiyici' ortamdan korkuyor. Hedef olmaniz an meselesi... 

Tabii sizi bazen isteyerek bazen de istemeyek hedef haline getiren bir kitle var. Kisaca twitter goygoyculari diyebilirim aslinda. Kelimenin ne fonetik ne de anlam ne de agirlik olarak bir guzelligi var. Farkindayim. Cirkin bir seyden bahsediyorum ben de zaten. Ama kotu niyetten kaynaklanmayabiliyor bazen bu...
Bu kesim gununun her dakikasi twitter uzerinde her konuda fikir ortaya atan, her olaya sanki gozunu dunyaya yeni acmis cocuk misali ayni heyecan ve saskinlikla bakan insanlari iceriyor. Yasanan her sey o gune kadar olmuslarin en onemlisi, soylenen her soz daha once soylenmemis kiymette, atilan her gol "Yok boyle gol" soylenen her sarki "Allahim bu ne kadar guzel" onlar icin. 

Hal boyle olunca bu heyecan 'dezenformasyon' yaratmak isteyenlere cok guzel bir ortam sagliyor. 140 karakterde gordugu seyi ilk heyecaniyla ortaya atiyor, baska bir heyecanli durur mu o da hemen 'retweet' yaparak olaya dahil oluyor. Kartopunun cig olmasi birkac dakika suruyor. Tabii ki twitterin girdigi tuketim toplumunda bu dezenformasyonun hukmu de cok uzun olmuyor. Ama leke tarihe not olarak dusuluyor... 

Twitter gercekten gunumuz icin cok onemli bir arac. Son yasanan olaya girip, twitter'in bizi -kendinden biz diye bahseden insan olarak ben- uzen kisimlarina deginip kapatayim defteri. 
Reyhanli'da yasanan olaylari hatirlatmanin alemi yok. Ama bilmeyen varsa -ulke gundeminden o kadar uzak durabilmesi iyi mi kotu mu bilemedim ama- buradan bakabilir. Yasanan bu olayin ardindan Turkiye'de yayin yapan 'ulusal basin'a yayin yasagi getirildi. Buna gore olayla ilgili delil niteligi tasiyabilecek herhangi bir seyin yayimlanmamasi gerekiyordu. Yayimlayanlar icin adli islem yapilmasi ongoruluyordu. Lafi uzatmayayim. Yani, sansur ya da karartma uygulaniyordu. 

Ilk defa mi oldu bu? Hayir. Ama twitter uzerinde yaratilan algi sonucu bu meslek icerisinde yer alan kisilerden biri olarak ben de 'korkak' damgasini yedim. Yapacak bir sey yok. Herkes gazetelerin, televizyonlarin isleyisini bilmek zorunda degil. Televizyon ya da gazetede calisan birisinin kudreti ne kadardir bunu da bilemeyebilirler. Ama bilmeleri gereken bir sey var: Gazetecilik o kadar da kolay bir meslek degil. Hele de Turkiye gibi ulkede...

Sansure donelim. Iste bu sansur tebligatiyla beraber ulke basinindaki herkes twitter uzerinden yaftalandi ve herkesin tarihe adi 'korkak' olarak gecti. Uzucu olan bunu bu meslegin mutfagini bilen insanlarin yapmalariydi. Iste twitter goygoycusu dedigim ve literature asla gecmemesini diledigim kavram burada devreye giriyor. Bir laf vardir "Bilir alim, yapmaz zalim" diye. Bunun benzeri yasandi iste. O gazetelerin, televizyonlarin, dergilerin hangi baskilarla calistigini bilen kisiler, sanki bunu bilmiyormuscasina o insanlari tohmet altinda biraktilar. "Reyhanli'yi yazan yaziyor. CNN'den izliyoruz memleket haberlerini" diyerek eski meslektaslarini atese attilar. 

Turk basininin falsolarini ben halihazirda cok gecmisim olmamasina ragmen siralayabilirim ama bu meslekte yer alan insanlarin 'ezici' cogunlugunun kotu insanlar olmadigini soyleyebilirim. Ama sunu da unutmayin "Kazin ayagi oyle degil" deyiminin en cok hayat buldugu yerlerden birisi gazetecilik meslegi. Uzucu ama oyle... Degismesini ummaktan baska caremiz yok. Umuyoruz cunku harekete gecilse bile destek bulacagi supheli -bkz: tirajlar-.

Twitter'da hedef haline gelen insanlar olan bizler de 'hangi haberin daha onemli oldugu, hangisinin daha buyuk gorulmesi' konusunda fikir sahibiyiz. Ve evrensel gazetecilik ilkeleriyle ilgili de bilgiliyiz. Fakat ortada bir tebligat olunca ve kamuoyu desteginin gazetelere hicbir sekilde fayda etmedigi ortadayken -yine bkz: tirajlar- gazeteciye yapabilecek fazla bir sey kalmiyor. 

Ama tarih bir gun bizim de kendimizi baskalari tarafindan haksiz sekilde lekelensek bile aklamamizi yazacak. Ve o bizi bilerek kotuleyen insanlara da hesap sorma, onlarla bu konuyu tartisma firsatini bize sunacak. O gune kadar bekliyorum... 


PS: Bir protesto eger futbol sahasinda yapiliyorsa onemlidir. 28 yillik yasantimda ilk defa bir hukumetin gecinme ya da din temelli olmayan konuda protesto edilip istifaya davet edildigine sahit oldum Fenerbahce-Galatasaray macinda. Bir hukumet -dogru yanlis bilemem, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapan bir ekonomiye ragmen zenginlesen bir orta sinif yaratmasi nedeniyle ekonomi olarak elestirilmedigi bir donemde- dis politika tutumu nedeniyle istifaya davet ediliyorsa bu dikkate degerdir. Tarihe not dusmek adina 12 Mayis 2013'teki derbiyi bir kenara yazmaliyiz...

Bu yazi ayni gun icerisinde bazi kisimlari yeniden yazilarak hurriyet.com.tr'de yayimlanmistir... 

Monday, 18 March 2013

Dilek Türkan / Yalnızız


Sahiller, çay bahçeleri, denizin sesi,
Adalar, yalılar, köşkler,
Gösteriş hepsi...
Vitrinler, meydanlar, yollar,
Onlar da yalan...
Kandırdın ah İstanbul hepimizi.
Gün bitti dağıldı herkes,
Sığındı birden, Kırk kilitli kapıların ardına ahh.
Bir mahrem örttü, dokundu siyah geceden
Büründün muhteşem yalnızlığına...

Sunday, 13 January 2013

İlginç at isimleri - 1985

Nihayet klavye başındaki mesaimin bir kısmını blog için ayırabildim. İlginç at isimleri yazısı  çok tutunca yoğun istek üzerine ikincisini de yazayım dedim. Yoğun istek olmasa da seri devam edecekti ama artan baskılar elimi biraz daha çabuk tutmama neden oldu. Blog'da 2013 sezonu da açılmış oldu. 1985 yılı ilginç at isimleri anlamında bereketli sayılır.

İngiliz atları;                         
Aerobik * As solist * Ateşinko * Bilmemki * Büyük Cihangir * Elbimbo * Flöre *                                 Gahubigah * Gigi * Hışım * Hurinigah * İlk Vidar * Karahediye * Nadıa Comanıcı * Prensigör * Saat Kaç * Salmaya Salama

Arap atları;
Bibioğlu * Celabuluşşahin * Dedeefendi * Delifişek * Ganyan * Hıdırlıktepe * Hünalpanosu * Kösesami * Noşirahvan * Önenpanosu * Sadfethotan * Suruçceylanı * Süperman

1985 yarış sezonundan seçtiğim iki at; Sadfethotan ve Kösesami aynı karede. Noktasına virgülüne dokunmadan Banko Dergisi'nden alıntılıyorum: "Bursa'da güzel bir havada, günün ilk koşusunda KAMACI I, Vet. Rap. istinaden Kom. K. kararıyla koşturulmadı. SERİHAN'ın geri çıkıp, KÖSESAMİ'nin, SADFETHOTAN ve SERİHAN önünde son 400'e kadar üstün götürdüğü koşuda, 200 de dıştan SADFETHOTAN kendisine hakim olup uzak farkla potoyu geçerken bir anlamda binlerce oyuncuyuda sevindirmiş oluyordu."  not: ismin doğrusu 'Sadfethotan'

Tuesday, 18 December 2012

'Beterin beteri'nin canı can değil mi!..


“Öyle deme beterin beteri var.”
Dünyanın herhangi bir yerinde, 
karşısındakini teselli etmeye çalışan
 'güzel insan' kategorisine koyacağımız 
kişilerin sarfettiği moral cümlesi. 
İlk olarak bir Türk'ün kullandığından şüpheleniliyor.


Bazen içiniz sıkılır, sebebini bilmediğiniz bir şey oturur içinize. Nefesiniz daralır. O an cigerlerinizi tamamen doldururcasına derin bir nefes alırsınız ama yetmez.
Pencereye yönelirsiniz, pencereyi açarsınız. Kış mevsimiyse soğuk yüzünüze çarpar. Tekrar nefes çekersiniz ama soğuk ya, doyamazsınız. Yine yetmez. Nefesiniz kesilir. (Burada bir nostalji notu, eskiden pencereyi açınca bir de kömür kokusu alırdınız kışın, şimdi doğalgaz yüzünden o da yok. Çevre dostuyumdur ama koku hafızası iyi bir şey, elimizden gitmeseydi, kömürün doğaya zarar vermeyecek şekilde yakılmasını bulurdu bu bilim insanları).
Bir süre sonra olmayacağını anlayıp üşüdüğünüzle kalarak geçersiniz içeriye. Bu kez vakit geçmez. Teoride 60 saniye süren 1 dakika, pratikte uzun zaman alır. Aslında aceleniz olmaması gerekir ama o ruh halinden zamanla kurtulacağınızı düşündüğünüz için zamanın hızlı geçmesine ihtiyacınız vardır. Geçmez ama işte. Öyle de pis bir şeydir Murphy kanunları, hiç sektirmez, tıkır tıkır işler.
Bu o kadar kötüdür ki, sıkıntınızın ne olduğunu -çözümü olmasa bile- bilseniz sanki içiniz rahatlayacaktır. “Neyim var benim” der durursunuz. “Derdim ne acaba, içimi sıkan, nefesimi daraltan şey nedir?” Ah bir bilseniz cevabını, birine açılıp derdinizi anlatacaksınızdır. Açıldığınız kişi de “Boşver takma kafana hem beterin beteri var” diyecektir, sizi rahatlatmak adına.
Ama bu cümleyi duymak için sunacağınız 'dert' yok ortada. Niye bulamıyorsunuz peki derdinizi? Umduğunuzdan çok derdiniz var diye olabilir mi? Belki de sandığından çok şey sizi sıkıntıya sokma potansiyeli taşıyordur.
Açmak lazım bunu.

İşte gidiyorum, bir şey demeden
Öyle ya da böyle bu hayata isteğiniz doğrultusunda gelmiyorsunuz. Çevrenizi seçerek de bu yola çıkmıyorsunuz. Belli bir yaşa geldikten sonra yolunuzu çizmeye başlıyorsunuz. Aldığınız eğitim, bulunduğunuz çevre, iç dünyanız kararlarınızı etkiliyor. Bütün bunlar yaşanırken de tek başınıza değilsiniz elbette. Hayat yolunu beraber yürüdüğünüz, uğruna zamanı geldiğinde endişe duyduğunuz, kimi zaman da onların sizin için endişe duyduğu kişiler var. Aileniz, akrabalarınız, eşiniz, dostunuz, sevgiliniz, tanıdıklarınız, vs...
Bu kişilerle ne kadar içli dışlı olduğunuza bağlı olarak sizin de yaşadığınız hayat sayısı kadar artıyor.

Her şeyi bilmek zorunda mıyız?
Misal sevgiliniz varsa, onun ailesi, arkadaşları, huyu-suyu, zevkleri-renkleri hayatınıza girip, kafanızın bir köşesine yerleşiyor. O konulara dair de düşünmelisiniz artık. Ailesine dair anlattığı şeyleri dinlerken, o konu açılınca önceki konuşmaları hatırlatıcı sözler sarfetmenin yanı sıra siz de kendi hayatınıza dair detayları ona sunmalısınız mesela. Bu arkadaşlarınız ya da hayatınıza giren başka kişiler için de geçerli.
Aileniz ise 'zorunlu arkadaşınız'. İsteyip istemediğinize bağlı olmaksızın hayatlarının bütün detayları sizin kafanızda. Bilmek zorundasınız ve en önemlisi o konularda yaşanan sıkıntılarda bir şeyler yapmanız gerekiyor. Ne kadar çok kişi olursa, bilmeniz gereken, dinlemeniz gereken, uygulamanız gereken, üzülmeniz-sevinmeniz gereken şeyin sayısı artıyor.
Gereken” diyorum çünkü bu bir seçim değil, zorunluluk! Bu hayata başlarken borçlu çıkıyorsunuz yola. Sizi bu dünyaya getirenlere karşı sorumluluklarınız var elbette. E size karşılıksız bir sevgi sunuyorlar, sevmemenize de razılar ama sevseniz ne olur? (Soru değil yakarış...)
İşte bu sizin hayatınızda hali hazırda varolan ve sonradan hayatınıza dahil olan topluluk, sizin içli dışlı oluş şeklinize göre hayatınızı etkiliyor.


Benim dengemi bozmayınız! 
Endişeden bahsetmiştik oradan yürüyelim. Burada tarihe de not düşüyorsam bir anlamda kendime dair konuşabilirim. Son zamanlarda yazının başında bahsettiğim ruh halini yaşıyorum. Var bir sıkıntı ama nedir bilemiyorum. Mesela yakın dönemde üzüldüğüm, endişelendiğim şeylere bakıyorum. Kızkardeşim, annem, babam, iki yeğenim, bir kısım akrabam, bir kısım arkadaşım ve kendim olmak üzere pekçok konuda endişe duymuşum. Öncelik sıraları o dertlere alışmam ya da önemini yitirmesine bağlı olarak değişmiş. Ama hepsi bir şekilde beni meşgul edip, mutsuzlaştırmış. Sonuca baktığımda ise neredeyse hiçbirinin çözülmediğini görüyorum. Elimde tek bir avuntu kalıyor bu noktada işte: Beterin beteri vardır...

Zalım insanoğlu
Galiba bana insanoğlunun en kötü özelliklerinden biri olan 'başkasının kötülüğünden memnuniyet duyma hali'nin doğal sonucu olan “Beterin beteri vardır” cümlesini kuracak 'ademoğlu'na ihtiyacım var. İnanmasam da birinin bana bunu söylemesi gerekiyor. Yoksa bu nefes darlığı bitmeyecek... 
Aslında 'beterin beteri vardır' insanlarına da eğilmek lazım. Düşünsenize her halükarda bir 'beterin beteri var' durumu ortaya çıkabiliyor. İnsan kendi dertlerini başkasınınkiyle kıyaslıyor ve kıyasladığının daha kötü olduğunu anlayınca rahatlıyor. Çünkü 'en beterin' kendisi olmadığını anlıyor.
Peki ya 'beterin beteri' olduğuna karar verilen, yani 'en beteri' ne yapsın? Ya da ona bir şey olursa biz ne yapacağız? Kiminle avunacağız? 


Sezen Aksu-On ay. Müteveffa Onno Tunç'un bir bestesi. 
Her gün daha fazla hayran oluyorum Tunç'a. 

Üstteki karalama, 10 Aralık'ta yazdığım yazının ruh halinin devamı biraz da. Etrafımdaki dertliler azalırsa galiba ben o zaman rahatlayacağım. Ama bunun için de zaman gerek. 
O da uzun yıllar sürecek gibi. Beklemekten başka çarem olmadığını söylüyorlar, 
ben de söz dinliyorum...

Friday, 7 December 2012

Erişemediğim ciğere 'hayranlık' duyarken...

"I call architecture frozen music." 
Johann Wolfgang Von Goethe


Gece bir başka güzel görünüyor Braga Stadı. Mimarı Eduardo Souta de Moura. Hakkında bilgi için buyrunuz.

Yaptığım mesleği sevsem de içimdeki uktedir mimarlık mesleğine o ya da bu nedenle erişememiş olmak. Bu saatten sonra -aslında saati yok böyle şeylerin ama artık bir yola girdim gibi- mimarlık için sıfırdan eğitim almam biraz zor. Onun yerine ben hobi ve hayranlık olarak bu alanla ilgilenip kendimce eksiğimi kapatmaya çalışıyorum. İnsanların yaratıcılıklarının en somut şekilde sunulduğu alanlardan biri olduğunu düşünüyorum bu mesleğin. Diğeri de elbette müzisyenlik ve yazarlık.
Müzisyenliğe olan hayranlığımı her anımda dinlediğim müzikle zaten kendi kendime gösteriyorum. Bazen de twitter üzerinden şarkı paylaşarak beğenilerimi aktarıyorum, olur da seven çıkar diye...
Mimarlık ise bambaşka bir şey. Asla erişemeyeceğim ama hayranlığımın hiç azalmayacağı bir alan. Çünkü başaramayacağımı düşündüğüm bir şey, o yüzden bu işin ustalarına haset bile duyamıyorum. Ağzım bir karış açık şekilde eserlerini inceliyorum onların...
Bu konuda internetin nimetlerinden sürekli faydalanıyorum. Saatler boyunca incelediğim Gaudi'nin eserlerini günün birinde kanlı canlı görürsem, turistlere gezdirebilecek kadar bilgi sahibi olduğumu düşünüyorum. İşin abartısı elbette ama birçoğunun ufak hikayelerine dair kulağıma çalınan şeyler oldu internet vasıtasıyla. Zaten 'La Sagrada Familia'yı eğer görme fırsatım olursa, Gaudi gibi onu incelerken tramvay altında kalırım diye korkmuyor da değilim hani...

İnceleme inceleme üstüne
Günlerimi ayırıp sadece dünya çapındaki eski binaları, haftalarımı ayırıp 'Tarihi Yarımada' ve Beyoğlu'ndaki binaların cephelerini incelediğimi biliyorum. Bunlar benim halihazırda zaten vakit buldukça daha yaptığım şeyler. Ama gazetecilik mesleğinin bana en büyük getirisi olarak bazen işte dünyanın kimi yerlerini gezme fırsatına erişiyorum. Nereye gideceksem ilk olarak önemli yapıları ve tarihi yerlerini araştırıp öğreniyorum. Kiminin zaten görülmesi gereken binalarını önceden bilmiş oluyorum ilgimden ötürü.
Bunun son örneği Braga oldu. Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'nde ikinci tura yükseldiği maçı yerinde izledim. Ama Allah biliyor sizden de saklamayacağım, Braga'ya gideceğimi öğrendiğimde Şampiyonlar Ligi maçı izleyecek olmak aklıma bile gelmedi. Kafamdaki tek düşünce 'o stat'ı görmekti. Ne yapayım varlığından haberdar olduğumdan beri öyle bir amacım vardı.

İlk bakış heyecanı
Kanlı canlı gördüğümdeki heyecanımı anlatamam. Mimariye duyulan hayranlık herhangi bir şekilde anlatılacak cinsten değil. O yüzden “Amma saçmaladın, alt tarafı dağ başında bir stat” söyleminde bulunacak olanlara bir cevabım yok. Zaten stada gelen pekçok muhabir de stada buna benzer 'övgü'lerde bulundu. Akıllarında da müsabaka vardı, heyecanını yaşıyorlardı. 
Onları bir kenara bırakayım, deli gömleğimi üzerime giyeyim ve stadı anlatayım size.
Braga Belediye Stadı 2003 yılında yapımı tamamlanan ve dağın eteğine konuşlanmış bir futbol sahası. Mimarı Portekizli Eduardo Souto De Moura. Bu abimiz mimarlığın en prestijli ödülü olan ve 1979'dan beri her yıl verilen Pritzker mimarlık ödülünün 2011 yılındaki sahibi oldu.
Stat şehir merkezine yaklaşık 2 kilometre uzaklıkta. Ancak arabayla gittiğimiz ve otobanı geçtiğimiz için yaya yolu parkurunu keşfedemedim. Ama Carlos Carvalhal'in söylediğine göre şehir merkezinden 15-20 dakikalık bir yürüyüşle stada varılıyormuş.



Karşıda görünen tribünün hemen yanındaki 'L' şeklindeki betonarme yapı, olası çökmeye karşı emniyet için mi yoksa stat inşa edilirken destek için mi yapılmış bilemiyorum. Tribünün çatısının izdüşümüne denk geliyor ucu...  

Üç tarafı dağla çevrili stat
Stadyumun üç tarafı dağ ve kayanın içerisinde yer alıyor. Sadece bir tarafı açık. İki kale arkasında tribün yok. Maraton tribünü dediğimiz sahayı boylamasına kateden tribünler mevcut sadece. Kapasite yaklaşık 30 küsur bin. Bu iki maraton tribünü birbirine çatılarından halatlarla bağlı. Tabii bu sadece çatı için geçerli zannedersem. Tam olarak mühendislik açısından önemini anlatacak teknik bilgim yok. O konuyu en iyisi tarihçilere ve mühendislere bırakalım!
Dağa sırtını yaslamayan tribünden stada girecekseniz 'düz ayak' olarak zeminden giriş yapıyorsunuz. Bildiğimiz İstanbul'da, İzmir'de, Ankara'da, Yozgat'ta vs.'deki statlar gibi. Ama sırtını dağa yaslayan tribün inanılmaz!
Öncelikle bu tribüne varabilmek için yaklaşık 600-700 metrelik bir yolu patika olarak çıkıyorsunuz. Tabii eğer arabanız yoksa. Arabalıysanız otopark hemen girişin yanında.
Yaya olarak çıktığınız bu yol asfaltı olan bir orman yolu. Ağaçların arasından loş ışıklar içerisinde yürüyorsunuz. Eğim yüzünden biraz yoruluyorsunuz elbette. Aceleniz varsa tıknefes olabilirsiniz dikkat.


Stadın bir tribününe çatısından giriş yapıyorsunuz.

Beleştepe atmosferi
Ve yol bitince görünen manzara: Sanki İstanbul'a Beyazıt Kulesi'nden bakar gibisiniz! Braga Belediye Stadı ayağınızın altında. Böyle bir şey daha önce görmemiştim. Tahayyül etmeniz açısından İnönü Stadı'na Beleştepe'den girdiğinizi düşünün diyerek betimleme yapabilirim. Stada neredeyse çatısından adım atıyorsunuz. En üst sıradan aşağıya doğru. İnsanın aklı almıyor, müthiş.
Zaten tribündeki yerinizi aldıktan sonra da detayları incelemeye çalışıp insanoğlunun kafasını çalıştırdığında ne kadar iyi şeyler yapabildiğine dair hayretinizin farkına varıyorsunuz.

Arzın merkezine yolculuk
Maç bitince basın mensuplarının gittiği basın toplantı odası yerin 3-4 kat altında. Yavaş yavaş merdivenleri iniyorsunuz. Asansörler de mevcut ama maç çıkışı kuyruk var. Bu esnada stadı boşaltmak isteyen insanlar da merdivenleri tırmanıyor. Tersine göç var bu tribünde!
Basamakları inerken boşluklar dikkatinizi çekiyor. Stat sırtını dağa verdiği için mimar ve mühendisler şovlarını yapmışlar. Dağın heybeti sizi karşılıyor. Kazıklar çakılarak sabitlenen kayalar tepenizden bakıyor. Ürkmüyorsunuz çünkü hülyalara dalmışsınız. Büyük bir sanatla karşı karşıya olduğunuzu görüyorsunuz.


Görüntüye sadece hayranlık duyabiliyorsunuz. 

Sonra İstanbul'a geliyorsunuz Haliç'e kondurulan köprüye bakıyorsunuz. İspanyol dahi mimar Santiago Calatrava'ya zamanında çizdirilmek istenen ancak istediği fiyat pahalı bulununca yerli mimarlara yaptırılan, hafif tabirle 'çirkin' köprüye bakıyorsunuz ve “Kaç fırın gerek o kalibreye ulaşmamıza” sorusuyla uykuya dalıyorsunuz.  

Wednesday, 28 November 2012

Gizli kapaklı bir şeyler mi arar, 'akıllı telefon'a dalan gözlerin? *




“Yine yakmış yâr mektubun ucunu,
 'Askerlikte sevda çekmek zor' diyor.

Yükleyip postanın bana suçunu, 
'Hatırımı teller ile sor' diyor.”


Uzakları yakın eden teknoloji, görünmeyeni görünür, duyulmayanı duyulur yapıyor, güzel... Ancak bu kadar teknolojinin nimetlerinden faydalanırken insanoğlunun zekası sadece iyilik adına çalışmıyor. Bu konudaki en önemli aktör ise artık bir an olsun yanımızdan ayırmadığımız 'akıllı telefonlar'. “Cebimizde bir dünya taşıyormuşuz meğer” diyerek yeni aydınlanma yaşayan kişi boyutuna indirgemek istemem söyleyeceklerimi ama şunu belirtmeden geçmeyi de zul sayarım doğrusu: Bu telefonların aklı hep 'kötüye' çalışıyor ya da 'kötüye çağrı' yapıyor. Oyuncakçı dükkanındaki çocuk misali gördüğünüz her şeyi almak isteği uyandırıyorlar sizde.

Kabalmysteriet
Hep görünenin ardındakini merak ederek biraz daha fazlasının peşinde koşturuyorsunuz. Aslında Jostein Gaarder 'İskambil Kağıtlarının Esrarı' kitabında (Kabalmysteriet) kazananı açıklar: “Sadece joker görünenin ardındakini görür.” Herkes joker olmaya hevesliymiş anlaşılan. Ama zor bir şeydir o. Bir anlamda 'gazoz ağacı' da diyebiliriz...
'Görünenin ardını görme' merakını gideren teknoloji sonsuz nimetler sundu. Misal önceleri 'ICQ' adında bir mesajlaşma programı vardı, daha sonra yerini MSN Messenger'a bıraktı, şimdi o da başkasına bırakmıştır herhalde, adını duymaz olduk çünkü. İkisinde de 'invisible' yani görünmezlik özelliği bulunuyordu. Buna göre, siz görünmez olup program açık şekilde rahatsız edilmeden işinize devam edebiliyordunuz. Kimse sizi göremiyor ancak siz -isterseniz- o an 'görünür olanı' görebiliyordunuz. Bunun asıl kullanım nedeni farklı olsa da ikili ilişkilere 'sevgilim / karım / kocam / sevdiğim kız / hoşlandığım adam ne yapıyor, dur bakalım' şeklinde tezahür ediyordu. Bir süre sonra da anlaşıldı ki aslında herkes 'görünmez' durumda ama aynı şekilde niyeti görünmemek değil başkasını görürken görünmemek!

Futbolda da var böylesi...
Bu biraz futboldaki şikeyi anımsatıyor. “Hadi ordan” demeyin dinleyin. Uzakdoğu'daki futbol liglerinin şike yapma oranını inceleyen ekipler bir süre sonla Çin liginde tüm takımların hesaplarında bir 'gider kalemi'ne denk geliyorlar. İstisnasız şekilde her takım bir yerlere para göndermiş. Bunun araştırması yapıldıktan sonra gerçek de ortaya çıkıyor. Bu paralar 'şike ve teşvik' için gönderiliyor. Nedeni ise çok basit: “Ya diğer takımlar da para göndermişlerse?”
Görünmezlik zırhını teknolojiyle eline geçiren insanoğlu bu iktidarının getirisi olarak eşine dostuna hükmetmeye başlıyor. Mesela deyim yerindeyse görünür haldeyken bir kişinin yatakodasına uyurken giremeyeceğini bilen kişi görünmez olduğunda ilk yatakodasına giriyor! 'Kişi kendinden bilir işi' ya da 'paranoyaklık' diyebilir miyiz bu duruma acaba?

Whatsapp! 'Ne ayak'sın koçum?
Bu tarzın son temsilcilerinden birisi olan whatsapp konusuna geleyim ben. Önce bütün bunlara neden değindiğimi de açıklamam gerekir ki 'Nerden çıktı whatsapp şimdi' sorularını yanıtlamış olayım. Son dönemde hangi arkadaş grubuyla biraraya gelsem -çok arkadaşım var benim (!)- konu bir yerde 'kişi hak ve özgürlükleri'ne geliyor. Bunun temel ihlalcisi olarak da whatsapp'taki 'last seen' etiketi ortaya atılıyor. Fikir beyan edenler de deyim yerindeyse çemkiriyorlar bu özelliğe. Son olarak da buradan çıkan bir kavganın evlilik yolunda ilerleyen tanıdığım bir çiftin ayrılmasına yol açtığını öğrendim ve bardağın taştığını anladım. Ve siz değerli okuyucularımı bu konudaki ahkamımdan yoksun bırakmamın, toplumsal huzurun eksik kalmasına neden olacağını düşünerek yazmaya karar verdim.

Özgürlük
'Last seen on xx:xx' şeklinde bir ifadeyi her kullanıcısı için not tutan whatsapp uyuglamasının bu özelliğini kaldırmanın yolunu önceki gün 'test amaçlı' olarat twitter üzerinden paylaştım. Görünmezlik zırhını sırtına geçirebilecekti söylediklerimi yapanlar. Yalan yoktu zaten, o öyle kalkıyordu -burada bir not, ilk açıklayan ben değilim, aylardır açık olan bir özellik o, yeni görenler olabilir-. Bunu uygulayanlar oldu . Ama açıklamasını geç yaptığım bir şey vardı: Görünmez olmayı sağlıyorsunuz ama görünmez olduğunuz gibi göremiyorsunuz da... Yani görünmez olmanız size özgürce başkasını gözetleme hakkını vermiyordu.

Masum değiliz hiçbirimiz
Bunun üzerine tepkiler geldi. “Neden görünmez olduğumuzda başkasını göremediğimizi söylemiyorsun” minvalinde söylemleri samimiyetim olan kişiler küfür boyutunda dile getirdiler.
Sosyolojik çıkarımlar yapacak birikimim / bilgim yok. Ancak insanların sandığımız kadar iyi / kötü olmadıkları da ortada. İktidar insanı kötü yapıyor bir yerde. Bu fırsatı 'iktidar' sahibine vermeyen whatsapp mühendislerine bir teşekkür de etmeliyiz bence. Böyle bir düzende 'eşitlik' hissini verip kişinin hak ve özgürlüklerini korudukları için.
Zaten bu programdaki 'last seen' özelliği hasebiyle çıkan tartışmalar ve arızaları da anlamış değilim. Bu kadar kontrolcü bir yapının uzun süre yaşaması zaten mümkün değil. 'Akıllı telefonlar'ın aklına uyan insanların huzursuz ve şüpheci bir şekilde hayatlarını sürdürdüklerini söylemekte ise bir beis görmüyorum. Burada bu satırların yazarı olarak kendimi bu hareketleri yapmayan birisi olarak gösterirsem kandırmış olurum sizleri. Dostlarım, inanın benim de hatalarım oluyor. Mükemmel değilim, gerçekten! (Buraya gülücük gelecek).

Münir Nurettin vs. Demet Akalın
Bir arkadaşım cep telefonu kullanmayan ve farklı şehirlerde yaşayan bir evli çiftten bahsetmişti de bu çağda nasıl olur diye düşünmüştüm. Ama eski etkileşimin yanında bugünün oburluğu hakikatten çok sevimsiz. Nerede 'yine yakmış yar mektubun ucunu'daki tavır, nerede 'meşgulsn sanırm bn yatıyrm ii eglncelr sana' tavrı... Münir Nurettin Selçuk'tan, Demet Akalın'a geçiş de diyebiliriz pekala... 
Ezcümle, insanların özel hayatlarına müdahale hakkı hiçbir koşulda yapabileceğimiz bir şey değil. Bu kişi, hayatta 'sizin' olabilecek en önemli varlık olan çocuğunuz olsa bile. 
İyiden iyiye Bridget Jones'un günlüğü tadını yakaladığım bu yazıyı 'akıllı telefonlar'ın aklına uymayın, "Huzur 3310'da" diyerek nihayetlendireyim. 
Cake-Never There de günün şarkısı olsun.
* Başlıktaki şarkı da bu.